Seli, eski Antakya’nın orta sınıf bir ailesine mensup idi. Babası Antakya’nın en meşhur kadın kuaförü idi. Seli’nin annesi o zamanın güzide mekânlarında Türk Sanat Müziği okurdu. Bu mekânda sahneye çıkan bütün kadınlar Seli’nin babasının kuaförüne giderlerdi. Seli’nin babası sahnede en güzel şarkıları en güzel makamlarla okuyan bir kadına âşık oldu. Onu deli gibi sevdi ve evlendiler. Bir çocukları oldu. Selahattin gündüz babasının yanında akşam annesinin karşısındaydı. Hem kuaförü hem sahneyi gördü. Babası tam 30 sene sigara içti. Babası ellili yaşlarındayken, artık eski mekân kültürü, yerini serserilere bırakmaya başlamıştı. Ne eski musiki kültürü ne de ahlak kalmıştı. Bir gün mekânda sahnedeki karısına laf eden, şehre tüm hızıyla hakîm olmaya çalışan yoz kültürü berduş etmiş bir kaç genci, Baba, Seli’nin gözlerinin önünde yere serdi. Ne musiki kaldı, ne o mekânlar. Tam 30 sene sigara içmiş, sigarasını ateşleyen karısının sesini artık işitemeyen baba mahpusa düştükten sonra, tütüne ve herkese küstü. Seli’nin annesi bu olaydan birkaç yıl sonra vefat etti ve Seli alıp başındaki tüm hikâyesini ve hayallerini Avrupa’ya yerleşti.
Seli, üçüncü günkü buluşmamızda bana bunları da anlattı. 30 senelik sigara dumanının mahpusta neden tütmediğini sonunda anlamıştım.
Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi.
Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık:
“Üçü yirmi geçiyor” diyivermişim.
Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı