Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre terkiblerine karşı sadece "muhît" kelimesinin ne derece üstün olduğunu düşünüyorum. Özellikle sufîlerin ve velîlerin anlatıldığı metinlerde kullanılan muhît kelimesi bana hikâyât sahifelerini anımsatıyor. Okusak da bitmese. Hayal edebilsek mazinin hakiki renkleriyle.
Zihnim ve ruhum genişliyor. O muhîtlerden birine dahil olma şevki geliyor. Kronoloji filan kalmıyor. Kendimi Eyüpte bir hazire kenarında veya Aziz Mahmud Hüdayî yokuşunda hissediyorum. Ama belki en çok yeşil Bursa'yı gıpta ile hayal ediyorum.
Kuruluş devri Bursası... Somuncu Baba, Emir Sultan, Üftade Hazretleri...Zincire halkalar ekleniyor....Hacı Bayram-ı Veli...Akşemseddin ve İstanbul... Sonra Aziz Mahmud Hüdayî...ve daha niceleri... Ben buna kronoloji diyemiyorum. Bu başka bir "şey".
Emir Sultanı önce Medineye sonra Bursaya getiren "şey" ile Akşemseddini Ankaraya getiren "şey" aynı. Onlarınki yolculuk. Bir "şey"in peşinde. Yolculuk terkle başlıyor. Ankara, Bursa, İstanbul birer konak sadece. Onların karar kıldığı şey yol ve yolculuk. Terkin dahi terk edildiği, taşrada arayanların "ben"de bulduğu ama orada kalamadığı bir seyir.
Kitabın ismi çok cazip gelmişti okumadan önce. Son kısım muhite dairdi. Öyle bir muhitleri var ki kudemanın bugün bile hala canlı. İtiraf ediyorum bizden canlı!
Yahya Efendi haziresinde ötüşen bülbüller, neden Âşiyan'da mukim değiller?! Ve peki neden Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet? Muhît?!
(Âşiyân kuş yuvası demek. Tevfik Fikretin evine de aşiyan derler. Ama bülbüller Yahya Efendiye daha çok yakışıyor)