Kalplerimizde bazı illetler vardır ki vücudun tamamıy-la dokularının içine işlemedikten sonra keşfolunamayan gizli hastalıklara has bir içe yerleşme hainliğiyle kendisini göstermeden, tahriplerini haber vermeden içsel bir yangın, dumansızlığıyla yanar, yanar; bu bir ateştir ki ne olduğunu bilmeyiz, varlığından haber almayız; o yavaş yavaş, görevinden emin, devam eder; sonunda bir gün, birdenbire, bir hiç, bir dakikalık bir bilgilenme bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir? Nereden doğmuştur? Bu yangın nasıl serseri bir rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilmeyiz.
-Lakin, yarabbi! Anlasanıza, ölüyorum. Onların gözümün önünde seviştiklerinden, gözümün önünde... Ben işkenceler içinde kıvranırken, onların saadetlerinden ölüyorum...
O mini mini altın anahtar bütün emellerinin önünde kapıları açmış idi, fakat o emellerin demir kapılarını en gafif temasıyla inkıyada (boyun eğmeye) mecbur eden altın parçasının karşısında kalbi, kendi kalbi mesdut (kapalı) kalmış idi.
Erkekler bir kadını sevebilmek için ona hürmet edebilmelidirler; namuslarından düşen kadınlar için, en şiddetli aşklar arasında bile, onlara bir hor görülme payı ayırmaktan geri kalmazlar
Ölmek! Kim bilir, bu ne güzel bir şeydi! Fakat ne korkunç bir şey ... Asıl korkunçluğunda bir güzellik buluyordu. Siyah bir çukur, o, büsbütün beyazlaşmış çehresiyle sarı saçlarının arasında, beyaz, kar kadar beyaz kefenler içinde yatıyor ve ta yukarda, o siyah toprakların üstüne siyah bir semadan yavaş yavaş, bu genç kız mezarını okşar gibi yağmurlar dökülüyor; işte o şifa veren gözyaşları!.. Mademki bu hayatta sarı saçlarını onlarla ısıtacak bir merhametli kalp yoktu, bu gözyaşlarını mezarında bulacaktı; sema, kızına ağlayan bir anne matemiyle ağır ağır, yavaş yavaş, göz yaşlarını serperken o, mezarında, ruhuyla bunları içecekti, bu ölmüş genç kızın renksiz dudakları mesut bir tebessümle tazelik bulacaktı