Çanakkale'den bir kaptıkaçtıya binersiniz. Kentten çıkıp biraz yükseldiniz mi, boğaz rüzgârı püfür püfür eser. Bir yanınız deniz, bir yanınız çamlık, zeytinlik; alabildiğine maviler, yeşiller, sarılar, küme küme kırmızı gelincikler. İçiniz bir hoş olur, çünkü bu toprak başka toprak, kahramanlık destanları anlatılır size karış karış. Yüzyılları birbirine katmış da hep Doğu ile Batı arasında kavgaya, dövüşe sahne olmuş bu toprak. Çanakkale Boğazı'na baktıkça bir kıtayı bir kıtaya bağlayan su köprüsünün ne demek olduğunu anlarsınız. Hellespontos derlermiş ilkçağda ona, küçük Helle'nin boğulduğu deniz. Efsane en eski çağlarda bile kana boyamış bu su geçidini. Yığın yığın insanlar bir bu kıyıdan o kıyıya, bir o kıyıdan bu kıyıya geçmişler Boğaz'ı; göçler, ordular, donanmalar.. Hepsi de iki dünyanın kapısını açan bu kilidi ele geçirelim diye uğraşırmış. Boğaz'a baktıkça Batı uygarlığının ilk büyük destanı neden burada doğdu diye şaşmazsınız artık. Bu destan Troya destanıdır.Bir varmış, bir yokmuş, Troya diye bir kent varmış. Bu kentin alınyazısı ta kuruluşundan beri belliymiş, çünkü kurucuları onu insanoğlunu şaşırtan Ate (Gaflet) tanrının hüküm sürdüğü tepeye kurmuşlar; diyor masal. Masal ne desin, Boğaz'ın kilit noktasında kurulan bu kentin başına gelenleri nasıl anlatsın başka türlü.? Bu kent zengindi, arkasında bolluk, uygarlık kaynağı koca Anadolu vardı da ondan boyuna saldırılara uğradı demek masalın değil, tarihin işi. Masalcı ipuçlarının hepsini veriyor, alsın tarihçi anlatsın bize Troya destanının gerçeklerini.
*
(Sayfa: XXIII) Azra Erhat