Bazı romanlar oluyor, okurken de bitirdikten sonra da uzun süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Günlük hayatınıza devam ederken aklınıza bir anda o romandan birileri ya da bir sahne gelebiliyor. Bu tür romanlar ya genelde gerçek olaylardan alınmış ya da otobiyografik çizgiler taşıyan şeyler oluyor. İşte o romanlardan birisini yeni bitirdim ben;
Yalnızca var olmayan manzaralar, asla okumayacağım kitaplar dağıtıyor sıkıntımı. Hayat benim için, beynime kadar ulaşmayan bir dalgınlık hali. Beynimi ise, tam aksine özgür bırakıyorum ki, hüzünleri yaşayabileceğim bir yerim olsun.
" Hayat bazen öyle adaletsiz davranıyor ki, kendimi tüm sevenleri öldürmüşüm gibi suçlu hissediyorum. Oysa o sadee gitmişti. Öyle mükemmel öyle kusursuzdu ki gidişi, kıyameti aratmadı, surumu üfledi. Ve ben artık sabahları yeni güne uyanamıyorum. Hüzünleri giyiniyor, hatıralarına sarılarak, acının çemberinde kıvranıyorum sahipsizce..."
Kitap yazarın hayat hikayesini ve mesleğinde yaşadığı zorlukları, sevinçleri, hüzünleri anlatıyor. Kitapta kullandığı ben dili üslubu nedense rahatsız etti. Bazı sayfalarda yazı puntosunun büyümesi küçülmesi de diğer rahatsız olduğum konu. Askerliğe dair terimlerin ve Güneydoğu Anadolu insanının kültürü, gelenekleri, halkın kadına ve kız çocuklarına bakışı ele alınmış. '' Badi '' ve Güneydoğu'daki gelenekler konusunda da bilgi edindim.
Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli baktığında.
Şehrin her bir köşesini ve her köşesinde başka bir hayata dönüşen gölgeleri fark edebilmeli. Sahici olan ne varsa ve içinde yaşamak adına bir giz taşıyan ne varsa fark edebilmelisin. Böylece zaman senin kollarında uzamalı. Bazen akrebi sımsıkı avuçlarında tutmalısın. Kimi zaman da bir