Erkek toprak ile suyun karışımıydı.
O halde niçin kadın da çiyden ,dumandan, ışık huzmesinden, gökkuşağından geriye kalmış parçacıklardan oluşmuş olmasındı ki ? Neyin mümkün olup olmadığını kim bilebilirdi?
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen
''Cahilliği yok edecek ilaç bilim değil mi? Evet, bilim.İşte o da kitapların içindedir.Cahilliği ancak okumakla yenebiliriz.Karanlığı okuyup öğrenmekle,kafayı ışıklandırmakla yenebiliriz.''
''Biz bu örümcekli kafadan nasıl kurtulacağız.Kadını erkeğin arkasına atan,onunla bir mecliste oturamayan,bir çatı altında kadın
Bugünlerde bahar indi
Çukurovanın düzüne
Donandı ağaçlar
Donandı dünya
Donandı yeşilinden alından
Sarısından
Donandı delicesine
Bir ışık fışkırır topraktan yağmur gibi
Yarın, yarından sonra bir yarın, bir yarın daha
Sürüp gidiyor günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş günlerimiz ise nice sersemlere ışık tutmuş
Ölüm yolunda, toz toprak olmazdan önce
Sön, cılız kandil, sön!
Shakespeare
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak bir testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.
Evrenin yüzündeki yara izleri
....
Bir işçi ölümünün “dayanılmaz hafifliği”
Zincirlerle çekiyor işçiler
Güneşi yatağımın başına
Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle
Güneşin karşısına?
Celal Sılay
Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanındaki “dayanılmaz hafiflik” ifadesinin, birçok yazıya başlık olmasının artık sinir bozucu hale geldiğini kabul ediyorum. İnsan
Bu yok oluş, bazen ölmeden de olabiliyor. İnsan, yaşarken yaşadığına dair hiçbir belirgin iz bırakmadan, herhangi bir şeye karşı bir refleks geliştirmeden; gökyüzünü, çiçek kokularını, kuşların şarkılarını görmeden ve işitmeden, yıldızları bile fark etmeden, yağmurda ıslanmadan, yaşamıyor gibi yaşıyor olabiliyor.
Bize dair şeylerimiz azaldıkça veya yok olmaya başladıkça, bilin ki biz de azalıyoruz ve sessizce yok oluyoruz. İdrakin de ölümüdür aslında bu. Sonra uzanıyoruz yatağımıza veya toprak altına. Ya karanlıkları örtüyoruz üzerimize ya da sığınıyoruz ışık almaz toprağın kara bağrına.
“Gecit düsecek
Zamanın geldiğini biri kan,
Diğeri ışık olan iki insan kraliçenin doğumuyla anlayacaksınız.
İki kraliçe yükselecek.
Yedinin gücünü taşıyacaklar,
Kaderinizi ellerinde tutacaklar.”
Celdaria ülkesinin de içinde bulunduğu diyarın kadim kehaneti böyle diyordu. Kendisi gibi küçük krallıklarla komşu olan ülke, Kral Bastien ve
benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
ışık dalgalarıyla parıldayan bir baharda
uzak ve dumanlı bir kışta
ya da feryat figandan arınmış bir hazanda
benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
bu acı, tatlı günlerin birinde
diğer günler gibi bomboş bir günde
bugünün ve geçip giden günlerin gölgesinde
gözlerim karanlık hollere dönecek
soğuk mermerlere