Bengi

Bengi
@bengihrimah
9 okur puanı
Ekim 2020 tarihinde katıldı
Bengi tekrar paylaştı.
Senin bana yaptıkların korkunçtu ama benim kendime yaptıklarım daha da korkunçtu.
Reklam
Yakup’u çağırmayan toparlak dünya beni mi çağıracaktı, elbet çağırmayacaktı. Zaten çağırmadı. Ben de zaten ona meyletmedim, beni çağırsın diye hiç kapısında durmadım. Kapısında durmamakla kalmayıp, bacasından da sarkmadım, ona bakıp eğilip bükülüp de kırılmadım. Yakup’u çağırmayan toparlak dünya beni çağırmadı da, ben de az değildim, dönüp ona bakmadım. Bizi böyle böyle küs sandılar. Görüleni bir şey sananlar yanlış anladılar. Ben onu tırnak ucu kadar sevmedim, ki neyine küseyim. Küsmediğim dünyanın nasıl bulayım da en ücrasına gideyim.
Söyle, nasıl aşarım pişmanlık dağlarını Yeniden bir Nil olup taşar mıyım çöllere Kim giydirir başıma tacını nihayetin Kim takar bileğime hürriyet künyesini Karada balık gibi nasıl yaşarım, söyle. Rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadı Ama dur, boşaltayım bütün çığlıklarımı Asırlardır köhne barınaklarda Küflenen, çürüyen çığlıklarımı At vuruldu; içim paramparça Rüveyda Gölgelerin ardına sakladım kusurumu Sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin Ben burda damla damla eriyip akıyorum Yine de, bırakamam yerlere gururumu İstenmediğim yeri usulca terk ederim Hâtıra kalsın diye bırakır da ruhumu Mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Kırmızı bir kurdele bağlayarak alnına Duydun mu orkideye duâ eden birini Bu ısmarlama yüzler yok mu Rüveyda Bu yapmacık bebekler Gözyaşı akıtırken gülenler yok mu Beni kahrediyor geceler boyu Hangi çağın gelişidir bilmem, gülüşün Soluk bir dünyanın mezarlarına Gömerek gurbetimi Kapadı karanlığa Yesrib, kapılarını Meydan okuyuşun çağın ordularına Bilmem hangi mevsimin başlangıcıdır Doruklardan öte hevese doğru Alaca bir at koşar içimde Zamansız, mekânsız nefese doğru Yasını tutuyorum kararttığım düşlerin Yıpranmış divaneler gibiyim sokaklarda Amansız bir yalnızlık üfleyen pencereler Lif lif yoluyor kahır seyyahı bedenimi Önümde, haksızlığın hesaba çekildiği Siyahın simsiyahı tanımadığı mahşer Arkamda, kare kare ömrümü belirleyen Hatırladıkça yanıp tutuştuğum resimler
Varlığın cinayettir memleketimde işlenen Akıtır kanını asil pehlivanların Yokluğun sükûnettir kuşatır evrenimi Varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın Şimdi yıldızlardan bakamıyorsun Göklerinde bir Belkıs otururdu Rüveyda Binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin Güneş bir anne gibi dururdu başucunda Artık dokunamıyor kâkülün bulutlara Karalara bürünmüş saçlarında dolunay Ben bu kadar zulme lâyık mıyım Rüveyda Hangi ressamı vurur bilmem, endamın Sarar da benliğimi Ben beni tanımam kaldırımlarda Kafesleri yutan kafese doğru Alaca bir at koşar içimde Zamansız, mekânsız nefese doğru
Reklam
Sular köpürmemeliydi Rüveyda Kırılmamalıydı ıslak dalları hasret servilerinin Ben zehire alışkınım, şerbete değil Rüyalar nefret eder avare duruşumdan Kâbuslar çeker ancak derdimi yeryüzünde Sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber Ben her gece bir Mehdî türküsüyle çilekeş Yargılamak için zeval kayıtlarını İnkılap bekliyorum Hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin Uzanır da gönlüme Rüveyda Derinden bir ok saplanır bağrıma Beynimi çağıran bir sese doğru Alaca bir at koşar içimde Zamansız, mekânsız nefese doğru
Hangi yıldızdır bilmem, gözlerin Kayar da üzerime Rüveyda Önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime Sonra açılır önümde ıstırap vadileri Silik renkleriyle adımlarıma Çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir Hayalin bittiği menfeze doğru Alaca bir at koşar içimde Zamansız, mekânsız nefese doğru Uslanmaz bir yürek taşıdığıma dair Yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda Oysa Rüveyda Baştanbaşa ben Kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim Kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden Bir anlatsam nasıl utandığımı Bir doğrulsam eğildiğim yerlerden Ağarır tanyeri nilüferlerin Alaca bir at koşar içimde Ezer toynaklarıyla anılarımı
Fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına Bir güvercin uçurup kıtalar arasından Çağırdın beni Geçerek birer birer sürgün kanyonlarını Derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına Yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı Yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı Yetim çığlıklarımı duyurmak üzre sana Koşup geldim; iliştir beni memnu bahtına Adını söylemek istemiyorum Her hecesi amansız bir kor dudaklarımda Her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım Zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım Adını söylemek istemiyorum Rüveyda dediğim zaman Anla ki, senin için yürüyor kelimeler Çığlığımın atardamarlarından
Ver elini haydarpaşa demişiz, Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl, Hava hafiften soğuk, Deniz katran ve balık kokulu. Köprüden kayıkla geçmişim karşıya, Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu... Bir gün sabah sabah kapıyı vursam, -Kim o dersin uykulu sesinle içerden. Saçların dağınıktır, mahmursundur. Kim bilir ne güzel görünürsün sevgilim, Bir sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni, Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç'ten. Fabrika düdükleri ötmektedir... /Bir Gün Sabah Sabah
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni: Ki, sisler daha kalkmamıştır Haliç ten. Vapur düdükleri ötmektedir. Etraf alacakaranlık, Köprü açıktır henüz. Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam... Yolculuğum uzun sürmüş oldukça Gece demir köprülerden geçmiştir tren. Dağ başında beş-on haneli köyler, Telgraf direkleri yollar boyunca Koşuşup durmuş bizle beraber. Şarkılar söylemişim pencereden. Uyanıp uyanıp yine dalmışım. Biletim üçüncü mevki, Fakirlik hali. Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, Sana Sapancadan bir sepet elma almışım.
Reklam
Yarına var mısın söyle? Doğacak çocuğa, çığlığa, ishak kuşuna, Rüzgarın savurduğu tonuma, Kavağın pamuğuna var mısın? Bir ağacın kavına, Deri değiştirmesine yılanın, Kozadan çıkan kelebeğe, Hatmiye, kekiğe, atkestanesine? Hadi gel öyleyse ölümden konuşalım. Belki de tümüyle aykırıdır gerçeğe, Ama ne olursa olsun biz yine Ölümden konuşalım seninle. Ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde. Bir bardak çatlarsa durduğu yerde, Bir aşk ansızın biterse, Ayna kırılırsa yüzünle birlikte, Zamanıdır konuşmanın ölümden. Bir çiçek olağanüstü güzellikte Açıvermişse bir sabah, Bir topal aksamadan yürümüşse, Hadi gel ölümden konuşalım; Yüzünü al basmış hasetçiden Ve onun elindeki kuru değnek bile Filizlenir sevgimizden.
Evet sırasıdır, ölümden konuşacaktık, İntiharın ebruli ipliğiyle Bir düğün gecesinde senin Yakası işlemeli giysinden. Kapı kapi dolaşıp, etamin ve goblen Örtüler satan bohçacı ölümden. Boynuna taktığın eğri taneli İki sıra inciden konuşacaktık, Seni ürküten tren sesinden Ayı gölgeleyen tekinsiz gecede Karşımıza apansız çıkıveren O ihtiyar dilenciden. Gel ölümden söz etmeden önce Birşeyler içelim seninle. Buğulu bir bardağın içinde, Buzlu ve limonlu bir votkayla birlikte Konuşalım ölümden, Bir samanyolu olsun masamızın üstünde. Hadi gel konuşalım, Sulanmış bir taşlığın serinliğinde. Akşamsefaları içinde, Bir masa, birkaç sandalye Ve ikimiz ölümden konuşalım, Senin ağzında gül, benimkinde menekşe.
Sabahattin Ali'nin kaleminden Atatürk'e adanmış bir şiir.. "Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor; Beni anlayamazsan gözlerime bakınca Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor. ... Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye? Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya. Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye. Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor." Sabahattin Ali / 1934
Vücutlarımız, birbirimize en kolay verebileceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!
201 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.