Etrafımda bu kitabı okuyan kim varsa şöyle bitirdi: “Bu neydi ya?!”
Şimdi hepsini anlıyorum. Ve işin esas güzel tarafı şu: bizi bu ünlemli soru işaretiyle baş başa bırakan yalnızca bir sürpriz son değil ve fakat hikâyenin tamamına hakim olan o tuhaf atmosfer. Zira o atmosfer, kitabı elinizde tuttuğunuz sürece sizi de bir bulut gibi içine alıyor ve gerçek hayatla bağınızı en az Lise’nin gevşek bağları kadar zayıflatıyor.
***
Bu kitap asıl neye benziyor biliyor musunuz? Bir rüyaya. Garip bir rüya bu. Sıkıntılı gibi. Sizi biri yatağınızın başında seyrediyor olsa huzursuzca kıpırdandığınızı görürdü. Öyle bir rüya. Ama bir yandan da merak ettiriyor namussuz. Şimdi ne olacak diye diye kendinizi çimdiklemeyi erteliyorsunuz. Ve her rüyada olduğu gibi, hiçbir şey mantık çerçevesine oturmuyor. O kadar mantıksız ki, mantığın kendisini büküyor ve artık mantıklı gelmeye başlıyor.
***
Ben bu hissi sadece bir hikâyede daha deneyimledim: I Am Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum). Hem filmi hem kitabı, muhatabını benzer bir huzursuz rüyanın içine vakumluyordu. Kendinizi dürtmek işe yaramayınca ekranın/kitabın içine atlayıverip karakterleri dürtesiniz geliyordu. Tıpkı orada olduğu gibi burada da yazar bitti diyene kadar bitmiyor, uyanamıyoruz. Zaten uyanıp ne yapacağız Allah aşkınıza, mantık çerçevesinde cereyan eden gerçek hayat kimi zaman bu sürükleyici karabasanlar kadar bile mantıklı gelmiyor.
***
Demem o ki, çıkın şu yolculuğa Lise ile. Belki uçakta önüne arkasına yanına çaprazına denklersiniz de bu rüyada size de bir rol düşer.
***
Sevgiler efendim!