Yedi kitaplık bir serinin ilk kitabıydı ve ben daha ilk kitapta tıkandım. Muhakkak etkileyici ve edebi değeri yüksek bir kitap ancak bana ağır geldi. En azından ilk bölüm boyunca kendimi yazarın üslubuna alıştırmaya uğraştım.
Belki toplasan kırk sayfa etmeyecek bir olay örgüsü var. Ancak o kadar detaylı o kadar satır aralı bir anlatım var ki dört yüz küsur sayfayı buluyor kitap.
Yazarın üslubu üç aşağı beş yukarı şöyle: Aslında bilinç dışı olarak zaten bildiğimiz ama hiç üzerine düşünmediğimiz için kelimelere dökemediğimiz dolayısıyla ele avuca gelemeyen olguları, duyguları uzun uzadıya anlatarak, aralarına virgüller sıkıştırarak şekil veriyor. Yani cümleleri uzun. Bazen aynı cümleyi sar baştan tekrar okuyorum yine de tam anlamıyla kavramış hissetmiyorum.
Şahsen olaylar çok ulvi, anlatılmaya değer şeyler değil. Klasik Avrupai dertlerin anlatıldığı bir kitap, en azından ilk kitap için bendeki izlenimi bu.
Kitabı bitirmem bir ayımı aldı neredeyse. Çünkü anlatım her ne kadar güzel olsa da okuması zor, yer yer sıkıcı dolayısıyla elime alınca bırakamadığım, bıraktığımda günlerce okumaya heves etmediğim bir kitaba dönüştü.
Okumaya başladıktan sonra kendi kafamdan konuşurken bile detaylı anlatımlara gittiğimi fark ettim. Tuhaf bir şekilde insanı etkiliyor yazarın üslubu. Hatta öteki kitaplarda bir yavanlık hissediyorum artık.
Bende bıraktığı etkisi, Ernesto Che Guevara'nın Motosiklet Günlükleri'nde geçen: "Ben, artık ben değilim. En azından içim aynı değil." sözünü anımsatıyor.