Esra

Sabitlenmiş gönderi
İnsan ara sıra evini yakmalı – ve çıkıp seyretmeli.
Reklam
Esra

Esra

, bir kitabı okumaya başladı
Tevekkül Bilinci
Tevekkül BilinciSeyyid Kutub
9/10 · 31 okunma
Esra

Esra

, bir kitap okudu
167 syf.
·
Puan vermedi
·
6 günde okudu
Hayat Güzeldir
Hayat GüzeldirMustafa Kutlu
8.2/10 · 4.214 okunma

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Esra

Esra

, bir kitap okudu
184 syf.
·
Puan vermedi
·
27 günde okudu
Muhtelif 1
Muhtelif 1Altay Cem Meriç
8.8/10 · 488 okunma
...hiç yorulma, beni de sıkma diyorsun, beni modernliğe itiyorsun, yani baş aşağı yuvarlıyorsun, ikindi vakti camide o kış ikindisinin soğuğunu iki kaburganın arasına yiyor da, Tin suresi kubbede çınlıyor da hâlâ aynı kalıyorsun, kalırım diyorsun, o rüzgâr hani geçen gün ikindi vakti aniden caminin içine girdi de mihrabın arasında beni buldu da Azrail gibi yokladı ya, dehşetli soğuğu bana duyurdu, sırtımı bıçaklayıp da gitti ya, ben sana baktım, sen elindeki plastik tespihle meşguldün, bana ve ürpermeme dikkat etmedin, bütün dikkatin dikkatinin ve hayretinin bir şey tarafından kapılmamasına adeta ayarlı, tam geliyor diyorum, gözlerin başka, hem de bir şey olmayana çevriliyor, dikkat sana bir şey yapamıyor, hayret sana hayret ediyor, sure çınlayıp geldiği yere geri gidiyor, ikindi rüzgarı aralık sonunda kulunçlarının yerini bulamıyor, amud-u fukaran zengin, fakirliğini bilmeyen her şey gibi alabildiğine zengin, her şeyim var diyorsun, dünya sana verecek ne dert ne zevk bulabiliyor, dünyayı perişan ediyorsun. Gerçi iyi de ediyorsun, ama böyle yapmakla dünyanın kendisi oluyorsun.
Reklam
Kış geldiğinde içimdeki umut ve heyecan, en önemlisi kurtulma ve kurtarma duygusu biraz kimlik ve kişilik değiştirmişti. Değişenin ne olduğu ve değiştirenin ne olduğu belli iken bütün bunlardan kendine bir vehim çıkaran insan acuzeliğinde paltomun yakalarını kaldırarak sanki yaradılıştan kaçıyordum. İçeri soğuk girmesin gibi davranarak paltomun içinden asıl ben kaçıyordum. Kaçmak tüm yaşamım boyunca asli fiilim, varlık alanım olmuştu. Tüm kâinat, gelmiş geçmiş yaratılmışlar peşimde, ben hep soluk soluğa idim. Kendi soluğumu duymaktan, uydurduğu efsanesine inanmaktan, hem anlatan hem dinleyen hem hayret eden hem sonunda "Huuu" diyen olmaktan, yerimi tayinden şaşkındım. Koşanın, durmaksızın koşanın yeri neresiydi acaba? Daha hızlandığı ve rahat koştuğu şu bayır mı, altında az soluklandığı şu çeşmenin kenarı mı, sonsuz biteviyelikte uzanan şu kutsal kâinat düzlüğü mü, neresi?
Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı'nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve "Neyse rüyaymış," demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık, şen taklalarla ilk senelerinde koşup zıplayan, ağaçlara tırmanırken seyredilip seyredilmediğini kontrol eden kedinin tırnaklarına yazık, ağdaki balığa, lokantada onu bekleyen anguta, önce ön iki ayağını sonra arkadakileri ovuşturup bu hareketinden büyük kâr ve kisve uman karasineğe yazık, hortumunu sallayan koca file, sanatlı sıçrayışı ile dahi boşluğu dolduramayan yunusa yazık, grafon kâğıdından gelincik ve petunyalara, en pürüzsüz çakıl taşına, kum olmuş zavallıya, sağdan sağdan yürüyen eşeğin inadına, yol kenarlarındaki ısınmış dikenlere, kozalağın içindeki fıstığa, duvara yapışmış yosuna yazık, bu topu binyıllardır çevirip duran sema-i muğlâka, titreyen kanatlara, açılan göğe ve onun katmanlarına, havanın, suyun olduğu, olmadığı yerlere yazık.
Bazen içimde emin olduğum bir duyguyu kapının dışına süpürdüğüm vakitlerdeki toz ve kir görüntüsü geliyor, kapı her açıldıkça onlardan bir kısmının içeriye uçarak, süzülerek gireceğini ve kapının önünün içeri olacağı anı beklemenin temkin ve saadet addedilmesine duyduğum geçicilik hali göğsümü bastırıyordu.
Yüzdeki gülümseme, ah bilmeyene de söylenmez ama işte o her şeyi verip burada kalıştır, hem de kalmayı en istemeyenken. Ben de bir vakit oldu ki gülümseyen adam oldum. Daha ne olayım ki, tuhaftır, acaba böyle dimağım kopup bu sırf bana sırlanacağına kolum kopsaydı daha iyi mi olur, hem de paylaşılır, anlaşılır bir derdim mi olurdu diye çok düşündüm. Sonra kimden ne koptuğu belirsiz, sonsuz bir sakatlık ve gizlilikle hep bir arada yaşadığımızı düşünüp bu gizli çolaklıklarla ve aşikar sakarlıklarla zaten hep malûl olduğumu anladım da bunu bir şeye yaratamadım. Başkalarının perişanlığını görmek beni başkalarında olduğu gibi hayata ısındırmadı; hepi topu buymuş demek, soğan ekmeğe iştahlandırmadı. Toplu eza, görmezden gelmemi sağlamadı, ölüler ve ölenler hayata bağlamadı, balığın suda kayışı da, tavada yanışı da gayetle acıklı idi de ummanın buna ses çıkarmayışı niye idi?
İhtiyar coşkusuz ölür, genç eğer ölürse coşkuyla ölür. İtiraf edeyim, gençken ölmeyi çok isterdim. Coşkuyla ölmek isterdim. Kendi gözümde kendim ancak böyle tam ve gerçek olabilirdim. Çok istedim, çok. Her yılı acaba bu yıl ölebilecek miyim diye umarak geçirdim. Bazı yolculuklarda, bazı hallerde öleceğim içime doğdu ama ölmedim. Bazı sabahlar yatağıma bakıp gece dönmeyeceğim diye içimden geçirdim ama dönüp gene o yatakta uykuya vardım. Bazen kırlık bir yerde, bir ağacın altında omzumda telaşla yürüyen bir karınca, bir ağacın altına uzanmış halde sırtımda ve bacaklarımda giderek artan bir nem ile yaprakların arasından görünen gökyüzüne bakarak ve elimde bir şiir kitabı ile şiir okuyarak ölmek, göğe veda etmek isterdim. Bunu sık sık yaptım. Ağaçlardan üstüme serpilenler, ani çıtırtılar ve birden bağıran ve kanat çırpan kuş seslerinin arasında öylece kaybolmak istedim, yükseklerde ve kırlarda. Bazı dizelerde kalbim gümbür gümbür atar, derin ve sert bir sıkışma duyardım. Yazan bir parça ölmüş, okuyan ben kısmi ölü, ama bu hayat nasıl şeyse, böyle yarı canlılara talip, bizi sürükler yine bırakmazdı. Ne olurdu oysa şöyle kayıversem toprağa. Hayır. Hala da sağım ve ölme coşkumu yitirdim. Artık öldüğümde ya hastalıktan ya ihtiyarlıktan öleceğim. Bunu düşünmek beni için için eritiyor, ölümden artık utanıyorum. Genç, hayattan utanandır, burada bu halde olmaktan utanan. İhtiyarsa yaşamış olduğu için artık ölümden utanan.
Reklam
Ah kendimi göremediğim yerler, beni nerde, ne vakit görülür edecek, meraktayım. Merakım beklemekten köhnedi, kağşadı, merakın kendisi bir şeye benzemez oldu. Meraklarım iyiyi beklerken kendisi artık kötüleşen her şeye dönüştü. Beklemek bana, söylemesi hoş değil ama tuhaf ve her taama uymayan bir turşuluk verdi. Kendi kendimin yiyemediğim turşusu oldum. Neyse.
Gene cuma günüydü. Ustalar gider gibi geldiler, vedalaşır gibi selamlaştılar, yanlar gibi kalktılar. Duvarlara, boyayıp bitirdikleri kısımlara modern resimle karşılaşmış gibi baktılar. Boyaları inceltmek için tinerleri ellerine alırken, yerdeki üstüpü ve bez parçalarına bakarken, vidalara, somunlara, spatulalara, fırçalara, faraşlara bakarken, kırık bir evye yerde, fayans parçaları ve koliler tezgahların üstünde her şey her şeyle bakışırken, hem de bir araya gelmeyi ummadan serbestçe bakışırken dışarı çıktım. Arkamdan bana baktıklarını düşündüm. Şımarmasınlar diye geri dönüp bakmadım.
Sabahleyin gece koyun olup kesilmiş de sabahına tekrar kuzu olarak doğmuşum gibi uyandım. Beni kesene de, kesilme sebebime de, son anda gözümün önünde parlayan bıçağa da, yan devrildiğimde baktığım ve yalnız mıyım değil miyim anlayamadığım gökyüzüne de, hiç üzerime eğilip bu hali örtmeye, dallarıyla kasabı kırbaçlamaya çalışmayan, sadece üstümde uzanan ağaçlara da bir hıncım yoktu. Dedim ya, bir kuzu olarak uyanmıştım. Ağzıma bir yeşillik koyup hafiften de aşağı sarkıtasım geldi. Keşke kat kat yünlerinin arası bitlerle dolu ama bununla dertlenmeyen melül bakışlı bir koyun annem olsaydı da hangimiz daha safız bilemeseydik. Bir kuzu nasıl hareket ederse yataktan öyle doğruldum. Melememek için kendimi zor tuttum. Bir kahve içip biraz gazetelere bakınca bu halim gitti. Halimin gidişini yolcu eder gibi oldum. İrice bir kuzu, aptal olduğunu, sıkıcı olduğunu düşünenden uzaklaşıyordu. Buna tam razı değildim ama gidişe de mani olmadım. Hafifçe arkasından baktım. Ruhumun bir halinin arkasından baktım.
İçimdeki buğuya parmağımla ne yazsam o akşamın anısı oydu. Tuhaf bir teslimiyet ile kuş gibi oturdum. Aldatılmanın, kandırılmanın kadınsı içe kapanıklığı üzerime geldi. Hiç yapmadığım şekilde çay demleyip köşeye çekilmek, rahmetli Hüseyin Rahmi gibi dantel örmek istedi canım. Ne huzurluymuş aldatılmak, aldatmanın kasırgalarından hiçbiri yok,
..halı da yumuşak mıymış ne, öyle görünmüyordu, oturuverince dünyada ne güzel bir yer kaplandı, şimdi, tam şimdi kıyamet kopsa keşke, camlara ağacın dalları hafiften çarpıyor, tıkır tıkır, güneş parlıyor parçalı bulutlu, en güzel hava, işte şimdi şu andan başka pek kıymet verilecek bir şey yok sanki, yokluğuna vahlanılacak bir şey yok sanki; şu an kubbe ne kadar yüksek, renk renk, lambalar sonsuzluk alameti gibi şimdi, tam şimdi ayak parmaklarım içeri doğru kıvrıldı, bulunduğum yerden memnunum evet şimdi, tam iken, çok seyrek hallerde olduğum gibi arandığım yerde iken kıyamet kopsa; keşke, keşke, keşke, böyle güzel bir günde. Ama şimdi seyrelecek, her şey seyrelecek, sonra da bitecek, anı bile hatırlamayabilirim, halbuki vardı, vardı da geçti.
178 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.