— Ne garip şu ikindi sazlıklarında / Federico adında biri olmak…
Sevdin mi?
— Sevip sevmediğimi bilmiyorum da, senin haklı olduğunu düşünüyorum. Hiçbir yere yakışmayan adamım ben. Çatıdaki odam bile artık beni istemiyordu. Nereye gitsem bir garip, iğreti duruyordum. İkindi sazlıklarında bir adamın bu duyguya kapılmasını anlıyorum. Hatta göllerde kamış olmak bile istenebilir. Çünkü ikindi olmuş, akşam olmuş pek fark etmez. Ama insan göllerde kamış ya da ikindi sazlıklarında… Neyse, saçmalıyorum.
Hoş bir heyecan duyuyorduk. Atıp tutmak, kinimizi ortaya koymak, birer varlık olduğumuzun bilincine ermek, belirsiz bir gelecekte olacakları düşünmek… Ama o gün geldiğinde… Gelecek, hep geriye atılıp duran bir zaman değildir. Bir gün çıkar gelir; o hoş heyecan da duyulmaz olur artık. Heyecandan çok korku veren bir sorumluluk yüklenmiştir omuzlarına. Uzaktayken tüm ayrıntılarıyla bir bütün olarak gördüğün şey, burnunun dibine gelince belirsizleşir, dağılır.
Evet, birini bekliyorlar. Gözleri hep kapıda çünkü. Gerçi durmadan birileri girip geliyor, dostça karşılanıyor; ama gelenlerden hiçbiri o beklenen değil. O daha gelmedi. Uzun süre de gelmeyecek sanırım. Neden bilmem, öyle düşünüyorum. Delikanlıların, bekledikleri kişi neredeyse geliverecekmiş gibi kapıya bakıp durmaları da, aslında onu bugün yarın beklediklerinden değil. Bir alışkanlık belki de… Ya da bilmem neden, öyle davranmaları, hep umutlu olmaları gerekiyor. Belki bir tür tören bu, onun gereklerini yerine getiriyorlar.
Şunu demek istiyorum: Ayrıntılar değişince yokluklarını anlıyor, tedirgin oluyorum. Oysa onlarla haşır neşir yaşayıp giderken de varlıklarını bilmem gerekir. Bunun için kendimi bakmaya ve görmeye alıştırmalıyım.
Değişiklik… Bir bilebilsem, kesinlikle sınırlarını çizebilsem, nelerin değiştiğini teker teker anlatabilsem… Ama daha çok bir izlenim, bir sezgi konusu, yüreğimdeki korkunç tedirginliğin nedeni sandığım bir durum bu. Belki yanılıyorumdur.
Garip garip ayrıntıları sürekli olarak sorun yapmaktan yana kalabalık, insanlardan yanaysa hep yalnız oldum. Bu da benim yazar olmayı düşlemem için yeterli bir neden olarak kabul edilebilirdi.
Evet, anlatmaya çalıştım diyebilirim ancak. Anlatmaya çalıştım… En doğrusu bu. Çünkü ortak duygulardan gelinmediği sürece hiçbir şeyin gerçek anlamda paylaşılabileceğine inanmıyorum ben.
Ama arada sırada, birçok kararımızın bedelini çok ağır bir şekilde ödedikten yıllar sonra, o günlerde sonuna kadar direnmeyi ve, hayır demeyi de bilmeliydik diyorum şimdi kendime.
“Haklı olabilirsin,” diyor Eşref Bey, “ama yıllar sonra ulaşılan sonuç ne olursa olsun geriye hiç olmazsa bir küçük savaş kalabiliyor. İnsanı en çok anlatan da verdiği bu savaş galiba.”
Bölük pörçük sevinçler, bol keseden ya da bozuk para gibi harcanan umutlar, sürekli yenilenen bir hüsranlar dizisi… Tüm hikaye bundan mı ibaretti yoksa? Belki.
Bildiğim tek şey seneler senesi içimde büyük bir baskıyla gizlemeye çalıştığım açmazları şimdilerde çok daha kolay bir şekilde dışavurabiliyor olduğum. Bu da kimi acıların insan hayatının gündeminden er ya da geç kalkabileceğini kanıtlıyor. Bir ilerleme mi, yoksa bir gerileme mi bu? Sanırım bunu da zaman gösterecek. Ama sonuç ne olursa olsun hep bir yerlerde kaldığımızı, kendi hayaletimizce kovalandığımızı ve tüm çabalarımıza karşın bireysel serüvenimizde durmaksızın bir sürgünü ve tutsaklığı yaşamaya zorunlu olduğumuzu hiç unutmamamız gerekiyor. Gerisi boş laf.