Edebiyat dünyasının tartışılan eserlerinden biri “Çavdar Tarlasında Çocuklar”. Seveni çok seviyor, sevmeyeni eseri abartılmış buluyor. Kimi travmalarını atlatamayan, iç çatışmaları ile boğuşan, uyumsuz ergen Holden Caulfield’in 4. okulundan da atıldıktan sonra geçen birkaç gününü anlatıyor kitap. Yani konusuna bakıldığında öyle ahım şahım bir tartışma yaratacak gibi durmuyor.
Ancak daha ilk çıktığı 1951 yılında tartışmaların fitilini ateşlemiş bir kitap “Çavdar Tarlasında Çocuklar”. O zamanki tepki sebebi, kitabın içinde çokça argo kullanılması. 1950lerin Amerika’sında, hele Holden gibi zengin bir aileden gelen ve New York’un ayrıcalıklı okullarında okuyan bir aristokratın bu kadar ağzı bozuk resmedilmesi özellikle Cumhuriyetçileri fena kızdırmış. Kitap kimi okullarda yasaklanmış, kitabı öğrencilerine tavsiye eden öğretmenler işten atılmış, hatta Salinger “Amerikan düşmanlığı” ile suçlanmış -bize ne kadar tanıdık değil mi? Seçkin sınıf, Holden’in küfürbazlığını kendilerine bir hakaret addetmişler anlayacağınız…
Aradan 30 yıl geçtikten sonra bambaşka bir sebeple tekrar namlunun ucuna oturtulmuş kitap. Bu kez tam tersi bir sebeple hem de… John Lennon’u öldüren Mark David Chapman’ın -ki Lennon’ı “masumiyetini kaybetmesini engellemek için öldürdüğünü iddia etmişti”- yakalandıktan sonra kitaptaki kahramanımız Holden Caulfield’a hayranlığını ifade etmesi ve hatta kitaptan bir pasajı savunmasında kullanması ile dikkatler tekrar kitabın üzerine çevrilmiş. Bir yıl sonra Ronald Reagan’a suikast düzenleyen John Hinckley Jr’ın, 9 yıl sonra da sevgilisini öldüren Robert John Bando’nun yanlarında “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar”ı taşımaları ile de kitap, bu tarz uyumsuz ve kriminal tipleri suça özendirdiği iddiası ile topa tutulmuş. Bir “kült” eser haline gelmiş.
Ancak kitap hala Avrupa’da ve Amerika’nın büyük kısmında liselerde yardımcı ders kitabı olarak okutuluyor. Neden derseniz?
Kitap hepimize çok tanıdık bir dönemi, ergenliğin o duygusal iniş-çıkışları ile boğuştuğumuz sancılı yılları çok başarılı anlatıyor. Kahramanımız Holden’in iç sesini dinliyoruz sürekli ve onun duygudan duyguya sürüklenişini izliyoruz. Holden’in anlattıklarında bir tutarlılık var mı derseniz, yok. Holden her şeye karşı öfkeli, her şeye karşı; mutluyken bir anda bunalıma giriyor, durup dururken gülüp ağlamaya başlıyor, kimsenin onu anlamadığını düşünüyor ve sanki tüm dünya onun üstüne geliyormuş gibi hissediyor. Popüler tiplere özeniyor, ama kendisi öyle olamadığından öfkeleniyor. Cinsellik özlemi had safhada; kız arkadaşı olanları kıskanıyor, hele “o işi” yapmış olanlara gıcık kapıyor. Bir an önce büyümek istiyor Holden; barlara gidip içki almaya çalışıyor, ona göre “yetişkinlik”in simgesi sigarayı elinden düşürmüyor. Yetişkinlerin o öğüt veren halleri Holden’i çıldırtıyor, anne-babasını hem seviyor, hem sevmiyor, öğretmenlerine gıcık, hele kuralcı olanlara iyice gıcık. Büyümenin bütün sancılarını son derece üst perdeden yaşıyor ve yaptıklarının etkilerini hesaplayamıyor.
Holden’in yaşadıklarını tüm ergenler aynı şekilde yaşıyor mu, tartışılır. Üzerinde hemfikir olunan bu şiddetli duygusal iniş-çıkışların her ergende yaşandığı yönünde. Kimileri bunu sağlıklı şekilde dışa vurup kolay atlatabiliyor; kimileri ise içine kapanarak ya da Holden gibi aşırı tepki göstererek zorlanıyor. Çevrenin; özellikle aile, okul ve arkadaş çevresinin yaklaşımı, bu dönemin ne kadar sağlıklı atlatıldığında belirleyici oluyor.
İşte tam da bu nedenle; Holden’in hissettiklerinin sadece ona özgü olmadığı, her gencin farklı zamanlarda benzer duygular içine düştüğü ve bunun ergenliğin doğal bir sonucu olduğunun bilinmesi, bu duyguların kabullenilmesi ve üzerinde konuşulabilmesi için bu kitap okullarda okutuluyor. Öğretmenlerin mutlaka okuması isteniyor. Hem onların gençleri anlaması, hem de ergenin kendini anlaması ve -gerektiğinde-affetmesi için… Zira Holden gençlere yardım etmek istiyor:
"Hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim."
Bunun yanısıra Salinger’in kitabında az yerde vurguladığı, ancak Holden’in durumunu sadece ergenlik bunalımından çıkarıp depresyona yönelten travması da var. Küçük kardeşini lösemiden kaybeden bir genç o ve kardeşini özlüyor. Bu derin ve üstü kapanmamış acı, ergenlik ile birleşip fırtınalar koparıyor Holden’in zihninde. Ve Salinger bu depresif hali müthiş resmediyor.
Kitabın ağır ilerleyişi ve tekdüzeliği kimi okuyucuda bıkkınlık yaratıyor; zira sürekli Holden’in kafasının içindeyiz ve sadece onun iç sesini dinliyoruz. Aralıksız, uzun paragrafları ve çok az diyalogla Salinger 190 sayfada bize belki 400 sayfalık okuma yaptırıyor. Bu yüzden duyulan sıkıntıyı ve pişmanlık hissini anlıyorum.
Ancak bir ergenin tutarsız duygu durumunu ve düşünce sistematiğini bu kadar güzel anlatan bir kitap bence “abartılmış” sıfatını hak etmiyor. Tam tersine, benim gibi psikolojiye meraklıysanız, size son derece meraklı ve keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.
O yüzden meraklılarına öneririm.