Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

468 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
Bir yazar daha ne kadar cesur olabilir?
Alt tabakadan, sıradan, doyumsuz bir serserinin basit hayatını ele alan Pikaresk bir roman bu. Ancak Alfred Döblin’in müthiş anlatım tarzı ile bir şahesere dönüşmüş. Okurken, bu kitabı nasıl olup da yıllar boyunca evde beklettiğime hayıflanıp durdum. Roman, adından anlaşıldığı gibi Berlin’de geçiyor. Zaman, eşsiz bir kırılma anı: Birinci Dünya Savaşı yenilgisi ve izleyen ekonomik kriz nedeniyle Almanya sosyal kaos içinde. Savaş sonrasının bozulan kadın-erkek nüfus dengesi içinde pornografi ve genel olarak seks ticareti, sert kanunlara rağmen gelişiyor. Dünya Savaşı sonrası, ölümü görmüş, ölümden zor kurtulmuş o insancıkların yarattığı yeni sosyal iklim, Britanya’da olduğu gibi Almanya’da da aristokrasinin altını oyuyor. Zor hayat koşulları sertleşen ilişkileri, şiddeti, tahammülsüzlüğü açıkça görünür şekilde körüklüyor; ancak siyasi partiler aralarındaki anlaşmazlıkları aşıp halka çözüm üretebilecek kapasitede değil. Ve Berlin, aristokrasinin anlı şanlı başkenti olmasına rağmen, hızla kaosa, sapkınlığa ve küresel iklimin yeni kültürel başkenti olmaya ilerliyor. Romanın kahramanı Franz Biberkopf. “Nasıl bir adam bu Biberkopf?” derseniz; buyurun yazarımız kendi anlatsın: “önce çimento fabrikası işçiliği, sonra mobilya hamallığı yapmış, iriyarı, dış görünüşü kaba olan Franz Biberkopf Berlin’e gelmişti. Babası tesviyeci olan bir kızla tanışmıştı. Sonra bu güzel kızı sokak kadını yapmış ve bir kavga sırasında yaralayıp ölümüne neden olmuştu. Cezaevinden çıkınca, bütün dünyaya ve de kendine, namusuyla yaşayacağına yemin etmişti.” Biz okuyucular Franz ile hapisten çıktığı gün tanışıyoruz. Yazarımızın çoğu yerde, çoğu kez vurguladığı gibi -ki bu Franz’ın iç sesi aslında- Franz “iyi kalacağına dair tüm dünyaya ve kendine yemin” ediyor. Bir eski savaş gazisi olan Franz kafasında o korkunç savaş yıllarının ölüm kokan travmaları, boş boş gezerken ya da güya kaza sonucu öldürdüğü sevgilisini özlemle anarken biz de inanıyoruz ona başlarda. Ama Franz tam bir serseri; biz okuyucuların tanıdığı o okumuş, uslu, sevimli insancıklara hiç benzemiyor. Hayvani bir adam Franz; koca cüssesi ile sadece gücüne güveniyor, kafası neredeyse hiç çalışmıyor, hesap-kitap ya da plan yapmayı bilmiyor, temel güdülerini içki, yemek, seks ve uyku ile tatmin edip yaşayıp gidiyor. Ne bir amacı, ne de bunu planlayabilecek yeteneği, zekası, duygusu var. Sevgiye benzer bir şeyler hissediyor bazen yüreğinde; ancak çoğu zaman bu, orgazm ile minnet karışımı bir duygu karmaşası; tarifi zor ve gününe göre değişiyor. Franz, roman boyunca kendi kendine “iyi olmaya” söz veriyor. Ve, parası olduğu müddetçe bunu eh, kısmen başarıyor da… Ama sonra, parası tükendiğinde… “onlara neyden yapıldığını gösterecekti." Bir yazar daha ne kadar cesur olabilir? Bu itici serseriyi romanının kahramanı yapıyor Döblin. Hayatını pezevenklik yaparak kazanan, sömürdüğü gencecik kızları döven, hatta ölesiye döven, sırf eski kız arkadaşını hatırlattığı için gidip onun ablasına tecavüz eden, elinden hiç bir iş gelmeyen, hiç bir yeteneği ve bence daha da önemlisi hiç bir gelecek hayali olmayan bir adamı; toplumun geldiği noktayı anlayalım diye soyup çıkarıyor önümüze. Böyle anlatınca dehşet verici gelmiş olabilir ama şunu da vurgulamalıyım; Franz romandaki en kötü karakter değil, hatta en iyilerinden sayılabilir. Ortam, buna benzer, birbirinden biçimsiz serserilerle kaynıyor. Savaş sonrası o korkunç ekonomik çöküş sonrası oluşan bu yeni dünya geleneksel değil. Hayatta kalabilmek, eski alışkanlıkların terk edilmesini gerektiriyor. Eskinin ahlak kalıpları -Franz’ın da sürekli dilinde olan “iyi insan olmak”- tedavülden kalkmış, ancak yeni “iyi davranış örf ve adetleri” henüz oluşturulamadığı için, yanlış bir adımın ölümcül sonuçlara yol açabileceği bir hapishanede gibiler. Seksten kariyere kadar her konuda yaptıkları hep “deneme-yanılma”. Dolayısıyla, Franz belki gerçekten de istikrarlı, uyumlu bir hayat sürmek istemesine rağmen, böyle boş bir adam için, bu artık mümkün değil. Sosyologların onlarca yıl sonra gördüklerini, Berlin sokaklarında dolaşırken yakalamış Döblin. Neredeyse bir asır sonraki bizler için bile hala çok değerli yakaladığı bu ruh hali. O, hayatta hedefi olamayan bir adamın -çoğunlukla da çaresizlikten- neler yapabileceğini, toplumu nasıl bozabileceğini gösterirken ben, hapiste ömür çürüten ama topluma geri dönecek olan adi suçluları, ya da kontrolsüz akan göçmenleri, ya da hayat pahalılığının kapana kıstırdığı insanların sokaklarda büyüyen çocuklarını düşünüyorum örneğin. Müthiş, kendine özgü bir edebi tarz deniyor Döblin. Franz’ın her anını; yaşadıkları ve duyguları ile birlikte bir dış göz anlatırken, okuyucusuna bir filmin içinde serbestçe dolaşıyormuş gibi hissettiriyor. Ortam o kadar canlı ki gözlerimizin önünde; kimi zaman cansız nesneler de dile geliyorlar ve biz onların konuşmasını hiç yadırgamıyoruz. Karşılıklı konuşmaları sadece ayraçlarla (“ “) ayırarak, aynı satırda, peşi sıra sıralıyor yazar. O yüzden romanın sayfa sayısına aldanmayın; bence 600-700 sayfalık okuma yaptırıyor. Tüm bu sembolleri ile dünyanın değiştiğini, eski değer yargılarının artık geçerli olmadığını, farklı tarzlara alışmamız ve kabullenmemiz gerektiğini kendi üslubuna da yansıtıyor. Döblin Almanya’nın en büyük yazarlarından ve edebiyatta Modernizm akımının öncü temsilcilerinden biri sayılıyor. Yahudilikten Hristiyanlığa dönen orta halli bir ailede yetişen, çocukluğunda babası tarafından başka bir kadın için terk edilen, öğretmenleri tarafından asosyalliği nedeniyle pek beğenilmese de sıra dışı yeteneği ile üniversitede tıp okumaya hak kazanan ve uzun yıllar doktorluğunun yanı sıra yazarlığı da başarı ile sürdürebilen Döblin; Nazilerin yükselişi ile birlikte, hem dönse bile kurtulamadığı Yahudi kökleri, hem de Modernizm ile bilenen sivri dili nedeniyle, daha savaştan çok önce, 1933te ülkesini terk etmeye zorlanıyor. Sonrası, dönemin bir çok Alman yazarı ile benzer: Önce İsviçre’ye, sonra Fransa’ya, savaşın tüm Avrupa’yı sarması ile de birlikte Amerika kıtasına kaçıyor. Savaşın bitimi sonrası ülkesine dönüyor, ancak yeni Almanya’yı benimseyemediğinden Fransa’da yaşamaya devam ediyor. Kendi ifadesine göre edebiyatta
Baruch Spinoza
Baruch Spinoza
,
Arthur Schopenhauer
Arthur Schopenhauer
,
Friedrich Nietzsche
Friedrich Nietzsche
,
Heinrich Von Kleist
Heinrich Von Kleist
, Friedrich
Friedrich Hölderlin
Friedrich Hölderlin
ve
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
’den etkilenmiş Döblin. Benim çok sevdiğim
Bertolt Brecht
Bertolt Brecht
ve
Günter Grass
Günter Grass
’a da ilham kaynağı olmuş. Grass “Döblin'in çalışmalarının fütürist unsurları olmadan, benim nesirim düşünülemez." demiş örneğin. Brecht de Döblin’in epik yazımı ve epik hakkındaki teorisinin kendi dramatik sanatını güçlü şekilde etkilediğini söylemiş. Beni, ustalığı ile çok etkiledi Döblin. Sembolik anlatımı ile okuması son derece zor bir roman, kabul ediyorum; ancak yeterince sabır gösterirseniz bu büyük ustalığa benim gibi şapka çıkaracağınıza eminim. Nitekim incelememin kapanışını da bu büyük üstada bıraktım: “Romanımızın sonuna geldik. Uzun oldu. Hep genişledi, hep genişlemek zorunda kaldı. Öyle bir doruk noktasına vardı ki, ancak oradan düştü ışık, her şeyi aydınlatan. Karanlık bir yolda yürüdük, ağaçlıklıydı, önce ışıkları hiç yanmıyordu, el yordamıyla yürüdük karanlıkta. Sonra yürüdüğümüz yol aydınlanmaya başladı, ışığı gördük uzakta, yaklaştık ve altında durduk, yol tabelasında yazanı okuduk. Franz Biberkopf bu yolda bizim gibi yürümedi. O hızla koştu karanlıklarda, sağda solda ağaçlara çarptı. Daha çok koştu, daha çok ağaca çarptı. Her çarpışında yumdu gözlerini, yumdukça da ağaca çarptı, çarpınca kapattı gözlerini. Sonunda hiçbir şey göremedi, yere düştü. Son anda, bütün yüzü yara bere içinde, kafasında delikler, aklı başına geldi. Düştüğü yerden doğruldu. Yolu aydınlatan ışığı gördü, tabelada yazanı okudu. Biberkopf küçük işçinin biri. Bildiğimizi artık biliyoruz. Gidiyoruz özgürlüğe, hep birlikte. Eski dünya yıkılmalı, uyanın insanlar! Yürüyün, ilerleyin sağlam adımlarla! Gidiyoruz artık cep­heye, sol, sağ, sol, sağ, bando mızıka, yüzler bizimle birlikte. Vu­ruyor davullar, çalıyor trompetler. Biri yürüyor dosdoğru, öteki duruyor olduğu yerde, bir başkası uzaklaşıyor yönsüz. Koşanlar var, düşenler var, hiç sesini çıkarmadan duranlar var, yerlerde yatanlar da…"
Berlin Aleksander Meydanı
Berlin Aleksander MeydanıAlfred Döblin · Everest Yayınları · 201999 okunma
··
2.195 görüntüleme
Alonso Quijano okurunun profil resmi
m.imdb.com/title/tt6470924 Romanın modern zamanlara uyarlanmış bir film versiyonu. Ben izleyince çok beğenmiştim. Sizin incelemenizi okurken siz de çok beğenirsiniz diyerek burada paylaşıyorum. Belki de zaten çoktan izlemişsinizdir :))
AkilliBidik okurunun profil resmi
Hayır henüz izlemedim, ama izleyeceğim. Link için teşekkür ederim. Belki romanı okuduktan sonra izlemem daha da iyi olur.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.