Cellatlar çoğu zaman, Cezayir sorunuyla hiç ilgilenmeden ömrünün yirmi yılını Fransa'da geçiren gençlerdir. Fakat nefret, bir çıkar ortaklığının ürünüdür. Bunun için onlara da bulaşmış onları da tutsak etmiştir.
Önce işkence edenlere bakalım, kim bunlar? Sadist mi? Yeryüzüne inmiş azrail mi? Korkunç amaçları olan savaş tanrısı mı? Kendilerine kalırsa bütün bunların karışımıdırlar. Fakat Alleg bu sözlere inanmıyor. Anlattığı olaylardan çıkartılabilen sonuca göre bunlar kendilerini ve kurbanlarını üstün güçlerine inandırmak istiyorlar. Kimi zaman üstün insanı oynuyorlar. Kimi zaman da insanın evcilleştirilmesi görevinin verildiği güçlü ve sert kişiler olarak görüyorlar kendilerini. Her şeyden önce tutsaklara kendileri ile aynı cinsten olmadıklarını duyurmak istiyorlar. Bunun için de onları soyuyor, dövüyor, küçümsüyorlar.
Kurban ve cellat da tek bir kişidir: kendimiz. Gerçekten de açık seçik söylemek istersek şu çıkıyor ortaya; bu rollerin birinden kaçınmak için ötekini benimsemek gereklidir.
Şafakla birlikte kapılarının açılacağı düşüncesi hem onları, hem bizi yataklarımızda uykusuz beklemeye zorluyor. Şafakta hiçbir şey olmamasını tüm gücüyle dilemeden ya da şafağın ışıklarını görmeden kim varabilir uykuya. İşte bu bekleme saatlerinde türküler işitiliyor her gün. Özgürlüğü için savaşan halkın ta yüreğinden fışkıran o güzelim türküler.
Bilirsiniz ki, bir Müslüman, çölde yapayalnızken ve kumda ya da taşların üzerinde bile, yani her yerde ibadet edebilir. Tanrı, mümini her yerde duyar. Bunun için şatafatlı camilere gerek yoktur. Sovyet rejimi ateizmi yüceltiyordu, ama hiçbir zaman kimse bizim dinimize göre hareket etmemizi yasaklamadı. Dilimizi konuşmayı ve öğrenmeyi, kendi kültürümüzü geliştirmeyi de öyle. Gerçekte, dine karşı kampanyalar zamanında bile, Sovyet Hükümeti İslama karşı hep büyük bir hoşgörü gösterdi.
Almaları gereken şeyler konusunda birtakım kuşkuları olduğu göze çarpıyordu. Spanos, her kalın kitaba el konması için genel bir emir verdi. Çünkü her kalın kitap Komünist kitaptı. Kocaman bir yemek kitabı kurtulamayanlar arasındaydı. Neyse; telefon rehberi kurtulabildi.
"Zaten yerli halk Fransızlarla eşit haklara sahip olsaydı, onları böylesine sömürebilir miydik? Uyguladığımız sistem aç, çıplak ve cahil halkı insanoğlunun yaşayamayacağı çöllere yönelmek zorunda bıraktı. Ve de efendilerin gün geçtikçe artan baskılarıyla günden güne daha beter oldular, dayanılmaz duruma düştüler. Umutsuzluk içinde başkaldırmaya zorladığımız bu insanlar ya mahvolacak ya da bizim gibi insan olduklarını dünyaya kanıtlayacaklar."
Son savaşta İngiliz radyolarından ve gizlice çıkan gazetelerden Oradour'daki katliamı öğrenir, sonra da yolda kendi halinde giden Alman askerlerine bakar: “Aynı bize benziyorlar, bu işleri nasıl yapabiliyorlar acaba?” derdik. Bir de nasıl yaptıklarını anlayamadığımız için gururlanırdık.
Bugün anlaşılamayacak bir şeyin olmadığını biliyoruz artık. Çünkü Fransızlar şu gerçeği kavradılar: Eğer bir ulusu, kendi öz benliğine karşı koruyacak gelenekleri ve yasaları yoksa ve eğer 15 yıl, dünün kurbanlarını bugünün cellatları haline getirebiliyorsa, o ulusun olaylar karşısındaki tutumu ve davranışı yalnızca fırsat ve rastlantılara bağlıdır.
Lüks bir "Mercedes" sokağın ortasında patlıyor. Sahibi enkazdan çıkarılıyor, bir eli kopmuş. Adam, "Yepyeni Mercedes’im gitti!" diye inliyor. Kaza tanıklarından biri bağırıyor: "Ama siz sol elinizi kaybetmişsiniz!" Yeni zengin dövünüyor: "Tüh be tüh tüh, altın Rollex’im de gitmiş!"
"....Size, birtakım yeni camiler -bazen Suudi Arabistan'ın verdigi paralarla- yapıldığını soyleyecekler. Bunu SSCB zamanında yapamazdık. Bize bir okul ya da hastane yapmanın daha iyi oldugunu soyleyip hevesimizi kırarlardı. Evet, dogrudur bu, ama bazılarının dedikleri gibi, dine karşı baskı ve zulümden soz edilemez. Bilirsiniz ki, bir
İstedikleri yüreklilik, istenç, bağlılık, zekâ gibi insanca yanlarıyla birlikte kurbanı yok etmekti. Çünkü bu nitelikleri sömürücüler yalnız kendilerine yakıştırıyorlardı.