Ertesi gün Cidde'den Mekke'ye hareket ettik. O günlerde, Cidde’yle Mekke arasında asfalt yol yok. Kum deryasında gidiyoruz. Vasita da, kasası tahtadan, “posta” derler bir kamyon... Onunla gidiliyor. Yanımızda epeyce eşya da vardı. Yükte hafif lüzumlu şeyleri almıştık. Birkaç bavul ve birkaç denk... Çamaşır , çarşaf... Altımıza sermek için halılar, kilimler... Havaleli olan yatak yorgan gibi şeyler yok... Bütün bunları Konya'dan Adana'ya, orada vize alamayınca İstanbul'a götürdük. Sonra İskenderiye, Kahire, Süveyş'ten Cidde'ye, oradan da Mekke'ye... Hamal filân da tutmuyor, hep kendimiz taşıyor, indirip yüklüyoruz. Çok meşakkatli, çileli bir yolculuk... Valide tereyağı ve peynir tuzlamış almış, kavurma da yapmış. Ama buzdolabı gibi şeyler yok. Bozulacak diye de korkuyoruz.
İkindiden sonra yola çıktık. Sahilin rutubet alan bölgesinde kumlar biraz sıkı, araba bir zaman yürüdü. Ama daha sonra Mekke'ye doğru kum deryasına girince, sık sık saplanıp kalmaya başladı. Mehtaplı bir gece... Yolcular hep Ciddeli ve Mekkeli, bizden başka ihramlı yok... Şoför hergün gelip gidiyor. Yolları biliyor, ama o da bildiği halde kuma saplanıyor. Çünkü sabit bir yol yok. Kumlar yer değiştiriyor.
Şoför seslenir: Yâ rukkâb, inzilû, sallû ala Muhammed... Düffu’u'es-seyyâra... Ey yolcular, inin kuma saplandık, arabayı itin, salavat getirin...
Kamyondan ineriz, iteriz; yürür, bineriz. Az sonra tekrar: Yá rukkab inzilû... Böyle böyle yetmiş beş kilometrelik yolu yedi saatte aldık.