Toprağa gömülen yeşerir ya, mezar değildir o, diriliş için gömüldüğümüz bir çeşit saksı. Mumyalanmış gibi düşün; kan, yürüyecek damar bulsun diye yapıyı ve görüntüyü olabildiğince koruma gayreti. Bu metaforun anlamlı kıldığı bu dünya için reenkarnasyon inancı ya da öteki dünya miti ölülerini yakarak kül edenlerin inancı yanında bana hep zayıf gelmiştir. Yani, canı çıkmış ama hatırladığımız son haliyle bir bütün’ü gömeriz, çürüme göz önünde gerçekleşmez. İstisnai, beden harabiyetiyle ölüme yürüyüşleri göz ardı edin ama. Aslında yanarak, parçalanarak ölümlerde ya da otopsi sonrasında bile bedeni olabildiğince bütünleme çabası gösterilir, kopan uzuvlar dikilir falan. On yıl sonra bile, ziyaretimizde, orada uyuduğu algısıyla hareket etmek için bir anlamda buna muhtacız. Akıbet krematoryum olunca peki?! Bir saksıda bir avuç küle dönmek, salonun bir köşesinde saklanıyor olmak ya da ne bileyim rüzgârla birlikte etrafa savrulmak!.. Bunun bendeki tam karşılığı hep hiçlik algısı olmuştur (hep hiç, bu da güzeldi). Bedensel varlığını, ölümünün acısı henüz çok tazeyken, küle çevirip toz gibi yele verenler... Bu yok oluşla hiçleşmeyi gözetip yeniden dirilişe inanmak, bence bu daha takdire şayan bir inanç.
Yaşıyoruz, hiçliğe bir koşu bu. Einstein’le beni varlık ve değer anlamında eşitleyecek bir son.