Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

ico montana

Böyle bir insan her şeyi konuşur. Herkesle konuşur. Her konuştuğu, konuştuğu yerde kalır. Hiçbiri kendisini bağlamaz. Tek derdi konuşmaktır. İster ki hep kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Dinlemeye tahammülü yoktur, dinlenmeye aldırdığı da. Dinlenilmese de konuşan hep kendisi olsun ister. Yeter ki kendisi konuşsun ve kendisinden konuşulsun. Her göze görünür olmak için her kılığa bürünür, konuşulmak için her şeyi göze alır. O derece varla yok arası bir yerdedir ki sürekli varlığına delil ve tanık arar. Boş sözler özünü dağıtır, özsüzlüğü sözünü boşaltır. Dağıldıkça keyfileşir, keyfileştikçe zorbalaşır.
Reklam
Ar dediğimiz şey ki, bu dağılmanın en aşağıdaki setlerinden biridir, o bile yerinden kalktıysa ve artık hiçbir şeyi tutmuyorsa, aslında dağılma değil, saçılmadır söz konusu olan.
Mutsuzluk. Bu dünyada bir çok mutsuz insan… hayır, bu dünyaya mutsuz insanlarla dolu desem abartmış olmam herhalde. Yine de utanç duymadan “topluma” gösterebilecekleri sefaletlere sahiplerdi. “Toplum” ise onların bu gösterisini hemen anlar ve onlara sempati duyardı. Öte yandan benim mutsuzluğum tamamen kendi suçluluğumun ürünüydü, bu yüzden başvurabileceğim kimse yoktu. En belli belirsiz gösterilere dahi cesaret etsem, bu sadece Dil Balığı’nın benimle alay etmesi, sinirimi bozmasıyla değil, bir bütün olarak toplumun bunu yapmasıyla bir neticelenirdi.
Sayfa 103Kitabı okudu

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Toplum. Bu kavramı az da olsa kavrayabilmeye başladığımı hissediyorum. Bu, bir birey ile diğeri arasında, spesifik bir anda gerçekleşen bir mücadeleydi ve tek yapman gereken o anda kazanmaktı. Hiç kimse bir başkasını tamamen feshedemez ve bir köle bile bir kölenin hakir karşılık verişinin altından kalkar, bu yüzden yapabileceğimiz tek şey, o anda ve orada, tek bir zar atışıyla her şey üstüne bahse girmek; ya hep ya hiç bahsi. Hayatı sürdürebilmek için başka bir yol yok. İnsanlar onur ve sadakate övgüler yağdırır ancak insan çabasının yegâne odak noktası bireydir. Bireyin ötesinde de bir başka birey vardır. Toplumun esrarengizliği; okyanus olan toplum değil, bireydir. Bir şekilde o seraptan, dünyanın o uçsuz bucaksız okyanusundan duyduğum korkudan bir nebze kurtulmuştum. Artık tüm meselelere karşı aynı daimi yargıyı sergilemeye kendime mecbur hissetmiyordum, bunu yerine duruma göre ve anın gerektirdiği şekilde başkalarına bir dereceye kadar umursamazca davranıyordum.
Bu benim her zamanki, zavallı amacımdı. Yalan söylediğimin ortaya çıkacağını en başından biliyordum ama doğruyu söylemek için fazla çekingendim, o yüzden hep süslerdim doğruyu. Toplumun “yalancı” diye aşağıladığı yaratıklardan bir farkım yoktu ama doğruyu pek de kişisel bir kazanç için gizlemiyordum ben. Ani bir soğuk odayı doldurduğunda ve boğuluyor gibi olduğumda neredeyse her zaman düşünmeden, çaresizlikten hareket ediyordum. Bunun bedelini daha sonra ödeyeceğini biliyordum ama o ümitsiz “memnun etmeye ihtiyacım” baş gösterdiğinde, aniden garip, zayıf, aptalca süslemeler veya başka şeyler ekliyorum gerçeğe. Bu yüzden dünyanın sözde “dürüst insanları” tarafından çok eleştirildim.
Reklam
Tsuneko, “yalnızlık” kelimesini asla yüksek sesle söylemese de, yalnızlık onun etrafında üç santim kalınlığında bir hava akımı gibi girdap gibi görünüyordu ve ben yakınındayken, beni de sardı, kendi acı veren melankoli girdabımla mükemmel bir şekilde karışıp birleşti. Tıpkı, “suyun derinliklerindeki bir taşın üzerine konan güz yaprağı gibi” korkumdan ve kaygından kendimi uzaklaştırmayı başardım.
Horiki ile birlikteyken, yürümekten yorulduğumuzda o garip sessizliklerden birine düşmemiz tehlikesi yoktu. Ne zaman başkalarının yanında olsam, o korkunç sessizliklerden birinin aniden ortaya çıkması ihtimaline karşı sürekli tetikteydim. Doğam gereği suskun biri olsan da, sanki büyük bir zafer ya da korkunç bir yenilgi ipin ucundaymış gibi, çaresizce soytarılığıma devam etmek zorunda hissederdim. Ancak o aptal Horiki farkına bile varmadan soytarı rolünü üstlendi, bu yüzden neredeyse hiç konuşmam gerekmezdi. Arada bir gülümsemem ve ara sıra “aa öyle mi” filanları araya eklemem yeterliydi.
İnsan hayatı karşılıklı olarak kandırılıp hiçbir şeyin farkında varmadan birbirlerini incittiği ve bu tuhaflığın bariz bir şekilde ortada olduğu örneklerle dolu. Ancak benim karşılıklı kandırılmaya bir ilgim yok. Ben soytarımla birlikte sabahtan akşama kadar insanlara rol yapıyorum. Benim kitaplarda yer alan davranış kalıpları ve etik anlayışlarla pek bir alakam yok. Ben rol yaparken neşeli bir şekilde yaşamaya devam ediyorum. Yoksa yaşama özgüvenine sahip insanları anlamam mümkün değil. İnsanlar bu acı gerçeği bana hemen söylemedi. En azından bunu biliyor olsaydım insanlardan bu kadar korkmaz ve umutsuzca bu oyunları oynamazdım. İnsan hayatına karşı çıkarak her gece bu cehennem azabı misali hissi çekmezdim, değil mi?
Görünüşte, çevremdeki herkesi güldürerek bahtsız soytarıyı oynamaya devam ettim ama ne yaparsam yapayım Takeiçi’nin içimi gördüğünü ve her şeyin küle döndüğünü fark ettiğimde içim bunalıyordu. Beni, tanıdığımız herkese açık edeceğinden emindim, alnımdan yağlı bir ter damladı ve etrafıma baktım, gözlerim delinin boş bakışlarıyla çılgınca yuvarlandı. Bunu becerebilseydim, her anımı Takeiçi’nin yanında geçirirdim - sırrımı ifşa etmediğinden emin olmak için günde yirmi dört saat onu izlerdim.
Dahası, ailem tarafından azarlandığımda asla karşılık vermezdim, bir kez bile. En küçük azarlama bana kulakları sağır eden bir gökgürültüsü gibi gelirdi ve beni o kadar büyük bir güçle yere sererdi ki çıldıracak gibi olurdum. Bu tür azarlamalar, karşılık vermek şöyle dursun, nesilden nesile ve sonsuz çağlar boyunca yankılanan derin bir “gerçeğin” beyanı gibiydi. Bu “gerçeği” ihtiva edecek gücüm olmadığı için o yaştayken bile insanlar arasında yaşayamayacağımdan şüphelenmeye başlamıştım. Be başkalarıyla tartışabilir ne de kendimi savunabilirdim. Biri beni eleştirirse, ilk düşüncem karşımdakinin tamamen ve bütünüyle haklı olması gerektiğiydi, çok büyük bir hata yapmış olmalıydım, her şey bu kadar basitti işte. Bu tür saldırılara uysal bir sessizlik içinde katlanırdım ama içten içe ıstırap içinde kıvranır, dehşetten delirirdim neredeyse.
Reklam
Mutluluk fikrimin diğer herkesin mutluluk fikriyle tamamen çelişmesinden korkuyorum. Bu korku beni tüketiyor, bazen geceleri kıvranmama, acı içinde inlememe, deliliğin eşiğine gelmeme neden oluyor. Mutlu muyum? Aslında küçüklüğümden beri insanlar sürekli şanslı biri olduğumu söylüyor ama bana sorarsanız cehennemde gibi hissediyorum, bana şanslı olduğumu söyleyenlerse benimkiyle kıyaslanamayacak ve ölçülemeyecek kadar mutlu görünüyorlar.
Her şeyin iki kulpu vardır, birinden tutman, diğerinden tutmaman gerekir. Kardeşin sana yanlış bir davranışta bulunuyorsa, onun yanlış davrandığı kulpundan tutma, zira bu tutulmaması gereken kulptur, öbür kulpundan tut, yani onun senin kardeşin olduğu kulpundan. Böylece tutulması gereken kulptan tutarak konuyu ele almış olacaksın.
Zira senin iznin olmadan kimse sana zarar vermeyecek, sen sadece sana zarar verildiğini düşündüğünde zarar verilmiş olacaksın.
Çocuklarının, karının ve dostlarının sonsuza dek yaşamasını istiyorsan, sen bir aptalsın, zira sana bağlı olmayan şeylerin sana bağlı olmasını ve sana ait olmayan şeylerin sana ait olmasını istemiş oluyorsun. Aynı şekilde kölenin hatasız olmasını istiyorsan, yine sen bir aptalsın, zira bir kusurun kusur değil başka bir şey olmasını istemiş oluyorsun. Bununla birlikte arzularının boşa çıkmamasını istiyorsan, bunu başarabilirsin. Kendini elindeki gücü kullanmaya alıştır.
Hiçbir şey hakkında “onu kaybettim” deme, sadece “geri verdim” de. Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin. Karın mı öldü? Onu geri verdin. “Tarlam elimden alındı.” Onu da geri verdin. “Ama onu rezil biri benden aldı!” Onu sana verenin senden geri alırken neyi aracı yaptığı seni niye ilgilendiriyor? Sana başkası bir şey verdiğinde, yolcuların hanlara baktığı gibi, sen de o şey sana ait değilmiş gibi bak.
32 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.