Kadından ayrılmıştım. Ayaklarım beni yine ölüye doğru götürüyordu. Ölünün başı büsbütün kalabalıklaşmıştı. Polisler de halkın arasına karışmış, geziniyorlardı. Bir lahza, ölünün de yanımızda olduğunu düşündüm. Hepimiz sırtımızda ve elbisemizin altında, gözlerimizin içinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk? Bir zaman için kendi ölüsünü görebilecek, seyredebilecek yaradılışda olsaydı da bu ölü kalkıp ölüsüne baksaydı herkes gibi biraz sararacak ve etrafındakilere:
-Bugün yemek yiyemeyeceğim, diyecekti.
Asıl soru şu; Bu kölelik neden devam ediyor? İnsanlar, tüm işlerin mantıklı bir amaca hizmet etmek adına yapıldığına gözü kapalı inanıyorlar. Başkalarının hoş olmayan bir iş yaptığını görünce, bu işin gerekli olduğunu söyleyerek her şeyi çözeceklerini sanıyorlar. Sözgelimi kömür madenciliği zor bir iş ama gereklidir, kömüre ihtiyacımız var. Lağımda çalışmak tatsız bir iş ama birilerinin lağımda çalışması lazım. Plonguer'lerin* iş için de benzer bir durum geçerli. Birtakım insanların lokantalarda beslenmesi lazım, bu yüzden de birileri haftada seksen saat bulaşıkları temizlemeli. Bu medeniyetin gereğidir, dolayısıyla sorgulanamaz. Bu noktayı ele almalıyız.
Plongeur'lerin işi medeniyet için gerçekten de gerekli mi? Zor ve tatsız bir iş olduğundan ve ağır işleri bir tür fetişe dönüştürdüğümüzden bunun "namuslu" bir iş olduğunu hissediyoruz belli belirsiz. Bir adamın bir ağaç kestiğini görünce, sadece ve sadece kaslarını kullandığı için sosyal bir ihtiyacı giderdiğine inanıyoruz; çirkin bir heykel için güzel bir ağacı kesiyor olabileceği ihtimali hiç aklımıza gelmiyor. Plongeur'ler için de aynı durumun geçerli olduğu kanaatindeyim. Ekmeklerini alınteriyle kazanıyorlar ama bu, yararlı bir iş yaptıkları anlamına gelmiyor; belki de çoğu zaman bir lüks bile olmayan bir lüks tedarik ediyorlar.
Yabancı eleştirmenlerin kaleme aldıkları saçma kitaplardan da bildiğimiz üzere, yabancı edebiyatı kavramak neredeyse imkansızdır; buna karşın son derece cahil kimseler yabancı -hatta ölü- dillerde yazılmış şiirlerden büyük keyif aldıklarını ileri sürer. Aldıkları keyif olsa olsa yazarın niyetiyle hiç örtüşmeyen bir şeyden, hatta kendisine atfedildiğini bilse mezarında ters döneceği bir şeyden ileri gelir. Kendi kendime "Vixi puellis nuper idoneus"* sözünü mırıldanırım ve "idoneus" kelimesinin güzelliğini duymak için bunu beş dakika boyunca art arda tekrarlarım. Gelgelelim aradaki zamansal-kültürel uçurumu, kırık dökük Latincemi ve doğru Latince telaffuzun bile bilinmediğini göz önüne alacak olursak, sevdiğim etkinin Horatius'un elde etmeye çalıştığı etkiyle örtüşmesi mümkün müdür? Bir resmin güzelliği karşısında, ressamın fırçasından çıktıktan 200 sene sonra o resmin üzerine yanlışlıkla sıçrayan boyalar yüzünden büyülenmemden farksızdır bu.
*Horatius'un odlarından birinin ilk dizesi: "Şimdiye kadar kızlarla iç içe yaşadım."