Bu şiiri yazmamış olmayı dilerdi . Kötü bir kabusun izleri gibiydi tüm kelimeler. Piraye'nin kırılmış güvenin esiriydi bu şiir. Onun yerinde hangi kadın olsa bu isyan halini yaşardı.
Yirminci asırda yaşayan insanların ölüm acılarının kısa sürdüğünü, anlatıp küçük bir değişimle bile seni çabucak unutabileceğimi anlatmıştın yazdıklarında.
Elinin tersiyle sildi gözyaşlarını. Avucunun içinde taşıdığı şefkat duygusuna ihtiyacı yoktu o an. Kızmak istiyordu Nazım'a ama şefkat kızmanın en büyük engeliydi bunu iyi biliyordu.
Kadından bol miktarda sadakat, merhamet, fedakarlık ve koşulsuz sevgi, adamdan aşka aşık olmanın zevki, bir kadının tanımı, bir erkekten görünen en yalın kadını, kadının nasıl yaşanılması gerektiği öğrenildi.
Herhangi birinin bana bir adım kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor "Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı. Aramızda artık mesafe bile kalmamıştı.Fakat işte sonu!" diyordum.
Pencerenin önünde karşı karşıya oturup saatlerce dışarıya seyreder, hiçbir şeyi konuşmaz yalnız ara sıra birbirimize bakıp gülerdik. Onu hastalığı ve beni mutluluğum çocuklaştırmıştı.
Saat geç, gece, karanlık...
Demem o ki bedenlerimizin uykuya yattığı ve hakikât yarıdan da ziyade ölü olduğu hal bu.
Uyandırmak istemem seni, düşlerinden ayırmak istemem.
Bilirim zira bir düşü yarım bırakmak sevgiliye tek gözle bakmaya benzer.
Kıyamam düşlere, düşler tam olsun isterim.
....
Gece, karanlık, tam rüyalara dalma vakti...
Uyuyor musun?
Öyleyse şayet uyanma ki düşlerimiz sırlansın ve rüyaların yarım kalmasın...
Hem belki aynı rüyayı görüyoruzdur seninle...