O, zamanını yemek yemeye bile ayırmak istemez. Bütün gününü çokluk iki fincan sütlü kahve ve iki de ayçöreği ile geçirir. Bu çörekler, kimi zaman, bire bile iner. Bu, biraz da çokça yenecek bir yemeğin kafasını mahmurlaştıracağından, duygularını körelteceğinden korkmasından gelir.
Ey Salâh Birsel'in kulağı, şunu iyice kap ki, yer gök götürmez kitaplar olsun, pazarlama yöntemleri olsun bir yerde okurların canını kaldırtsa da giderek öfkesini kabartır. Onları kitaptan soğumaya iteler. Bir kez onlardan yüz çevirince de değil Hüseyin Rahmi’nin, çağımız yazarlarının kitaplarını bile okumaz. Okusa da anlamaz. Anlasa da anlatamaz. Eh, bir kitap da anlatılmayacak olduktan kelli ne diye okunmalı? Zaten memleketimizin büyükleri : "Gülmeyeceksen gülme, okumayacaksan da okuma!" buyurmuşlardır. Bunun daha alengirlisi de vardır: "Okuyan dert bağlar, okumayan dört bağlar». Biraz daha filozofçasını istersen : "Okuyanın dostu olmaz.» Bu büyükten büyük söylevi bitirmiş, bitirmemiştim ki kapı açılarak içeri, şırrrak, Marcel Proust daldı. Arkasında da kara gün hizmetçisi Céleste. Ben bel bel bakınırken, Fransız yazarı -çünkü yine düş görmeye başlamıştım , üç adımda başucumu tuttu. Gözlerini gözlerime dikti, onları oradan ayırmadan da ağır ve oturaklı bir sesle hizmetçisine şunu sordu : — Ben her zaman ne derim sana? — Kahve yine haşlak olmuş. — O değil benim budala Céleste'im, o değil. — Ha anladım, okumakla ilgili... — Tastamam! Hadi şimdi gel de onu bu okuma düşmanı bayın yüzüne bir kez daha üfürüver. Céleste badi badi yaklaştı. Sonra da ağzını burnuma doğru uzatarak kart bıldırcın sesinin bütün gücüyle bağırdı — Ama Céleste, okumak gerek!
Reklam
Kahve Türkiye'ye, İstanbul'a 1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman çağında gemilerle getirilir. Fransa'ya (Marsilya'ya), 1653'te girer ama 1669'da kullanılmaya başlar. O yıl Paris'lileri kahveye alıştıran Türk elçisi Süleyman Ağa olur. Birkaç yıl sonra bir başka Türk elçisi (Mehmet Ağa) onu Viyana'ya kabul ettirir. Oradan da bütün Orta Avrupaya yayılır.
Orhan Kemal & Edip Cansever Tavlada
Sandalyesini söverek değiştiriyordu. Ceketini çıkarıyordu. Kollarını sıvıyordu. Saçlarını tarıyordu. Kahve söylüyordu. Kahveyle birlikte şansı değişir gibi olunca: "Kahvesizliktenmiş. Arabım gülmeye başladı artık. Oğlum Edip, seni İsmet Paşa bile kurtaramaz. Buna mars derler. Seni bir kez daha Marsilya'ya vali, Şam'a da kaymakam yaptım mı, işin bitiktir." diyordu. Öfkesi coşkun bir sevince dönüşüyordu. Davranışları yumuşuyordu. Kırdığını sandığı bizlere: "Canınız ne isterde için. Nasıl olsa paraları Edip verecek." sözlerini ederek gönüllerimizi alıyordu. Edip Cansever beni göstererek: "Peki ama bu niye gülüyor?" diyordu. Orhan Kemal omzumu okşuyordu: "Tokanma yeğenime. O, tavla maçlarının milli seyircisidir." Kendisi iki, Edip dört olmuşsa, ellerini birbirine sürterdi: "Dörtte kalan dertte kalır."
Sayfa 88 - Özgür Yayın
Demek eskiden de böyleymiş...
Siz gençler hep böylesiniz: Bir kahve belliyorsunuz, burnunuzu ordan dışarı çıkarmıyorsunuz.
Sayfa 5 - Broy Yayınları
Okumak Gerek (Salah Birsel' in Rüyası)
Marcel Proust ağır ve oturaklı bir sesle hizmetçisine (Céleste) sordu: - Ben her zaman ne derim sana? - Kahve yine haşlak olmuş. - O değil benim budala Céleste' im, o değil. - Ha anladım okumakla ilgili - Tastamam! Hadi şimdi gel de onu bu okuma düşmanı bayın yüzüne bir kez daha üfürüver. Céleste badi badi yaklaştı. Sonra da ağzını burnuma doğru uzatarak kart bıldırcın sesinin bütün gücüyle bağırdı - AMA CÉLESTE, OKUMAK GEREK!
Sayfa 76 - Alkım- 2003- İstanbulKitabı okudu
Reklam
90 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.