O sırada saatler, seneler, yüzyıllar bir an idi. Bir anda milyonla yüzyıllar geçti... Yine bir an... Yorulmuş gibi oldum. Sanki gözümü kapadim. Bir an bir şey görmedim. Sanki gözümü açtığım vakit milyonlarca mesafeyi kaplamış, lakin avucuma sığacak kadar küçücük bir âlem görüyordum.
Bu kabristan, yalnız bir çok hâtıra ve cesedlerin gömüldüğü yer değil, bir çok değerli eserlerin de hazinesi idi. Pencerelerden görüldüğüne göre orada, mezar taşlarında eski hattâtlarımızın eşsiz kalemlerinden çıkmış nice yazılar vardı. Bu yazılar şiir ve edebiyat açısından dahi önem taşıdıklarına hükmedilebilirdi.
Dinine bağlı ve pek iyi bir annenin eksiksiz titizliği ile geçen çocukluğum, ben de sökülmez bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlak anlayışı bırakmıştı.
Pek çok gençlerimiz gibi, mektepten çıkar çıkmaz kitapları unutulma köşesine atacak yerde, ma'lumâtı genişletmeye mektepten sonra başladım. Az çok bir fikir sahibi olmadığım hemen hiç bir şey kalmadı. Bilhassa, emsâlim gibi dini ilimlerden yüz çevirmeyerek hem zâhir ve hem de bâtın kısımlarından nasibimi aldım. İşte bu ma'lumât yığınının altında bir gün vicdanımı incelediğim vakit, son derece hayretle, garip bir karışım kesildiğimi farkettim. Ben küfür ile imandan, ikrår ile inkârdan, tasdik ile şüpheden mürekkep bir şey olmuştum. Kalb ile inkâr ettiğimi akıl ile tasdik eder, akıl ile reddettiğimi kalb ile kabul ederdim.
Velhasıl, şüphe denilen ejderha vücudumu sarmıştı. Bir fikri, ne kadar sağlam esaslarla sağlamlaştırsam, şüphe ejderhası bir sarsışta yıkıyordu. Bari kat'i inkârla, hiç olmazsa, bir noktada kalabilir miydim? Ne gezer! İnkâr başka şey, şüphe yine başka !
Bir kısmı ise Ramazan kandillerini gördüğü vakit müslüman olduğunu hatırlayan müslümanlardandı. Kandiller yandı mı, ellerine tesbihlerini alırlar, dinlememek ve hiç bir şey anlamamak şartiyle Kur'ân ve va'z dinlerler ve ikindi vakti kalkmak şartiyle oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu halde namaz kılmaya lūzum görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan Terâvihe hiç biri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dini duyguları da elveda eder, giderdi. Mevsim elbisesi giyme kabilinden olan bu çeşit dindarlığa ben her sene hayret ederdim.
Tabiatın görülmeye değer manzaraları arkadaşlarıma gürültülü bir neş'e vermişken ben bilakis büyük bir hüzüne kapılmıştım. Sebât ve devamlılık olmadıktan sonra bu güzel manzaralar ne işe yarar!
Yeryuvarlağı dediğimiz bu geçici durağı, hüzüne kapılmayarak seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Tertemiz bir inancın pek güzel cevap verdiği bu suale akıl ve fen cevap vermiyordu.
İnsanın gözünü okşayan çimenlerdeki yeşillikler, ancak ışığın oynaşması... mini mini kuşların civiltısı, hava titreşimi... âlemleri kaplayan bu nur, esir denilen maddenin dalgalanması... Velhasıl hepsi bir zarurete, bir emre, bir kanuna esir.
Gotama Sakya Muni:
Budizm'in kurucusudur. M.Ö. altıncı yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. Esas adı Gotama'dır. Fakat «nura kavuşan», «bilen», «kurtaran» manalarına gelen «Buda» lakabı ile meşhurdur. Sakya ailesindendir. «Sakya ailesinin ârif insanı» manasına gelen «Sakya Muni» ismi buradan gelmektedir. Özlediği irfana bir incir ağacının altında kavuşmuştur. Bazı islâm bilginlerine göre Hz. Zülkifl (A.S.) Buda'dır ve «Tin» sûresi ile işaret edilmek istenen de Buda'dır.
Ruhum baki kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat kendisi duyu sahibi midir? Hüviyetini bilir mi? Var ise kalıpdan ayrıldığında ne gibi bir hal ile hallenecektir?
- İsminiz nedir? dedi.
- Ahmet Râci.
- Ahmet Râci mi? (gülerek) Beşeriyetin ismini zorla almışsın, nurum! Beşer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını ricâ ile geçirir. Ráci demek insan demektir.