Merak ediyorsanız, hiç cenaze arabası görmedim.
Boone, New Hampshire’dan çıktıktan bir gün,
üç saat, kırk sekiz dakika sonra kendimi Nashville, Tennessee’deki
otobüs terminalinde buldum. Otobüsten aşağı adımımı attığım an
sıcak hava yüzüme bir tokat gibi çarptı.
Terminal şehrin ortasındaydı ve hareketliliği, gürültüsü beni şaşırtmıştı.
Bir baş ağrısının tam ortasına inmek gibi bir şeydi.
Ellerinde su şişeleriyle dolaşan turistler, dükkânların önünde gitar çalıp
para toplayanlar vardı. Herkesin ayağında kovboy çizmeleri vardı.
Hemen kendimi klimalı terminal binasına attım ve bir Tennessee
haritası buldum. Barınağın bulunduğu Hohenwald,
şehrin güneybatısındaydı, yaklaşık bir buçuk saat uzaklıktaydı.
Turistlerin uğrak yeri olduğunu sanmıyordum,
o yüzden oraya toplu taşımayla gidemezdim. Otostop yapacak kadar
aptal da değildim. Son seksen mili gitmek,
öncesindeki bin milden daha zor olabilir miydi acaba?
Bir süre duvardaki dev Tennesse haritasının önünde dikilerek
Amerikan çocuklarının neden coğrafyayı sevmediklerini düşündüm.
Çünkü aksi olsaydı, bu eyaleti daha iyi tanıyabilirdim.
Derin bir nefes aldım ve terminalden şehir merkezine çıktım.
Western eşyaları satan ve canlı müzik yapan restoranların
önünden yürümeye başladım. Cadde
Google aramasının on altıncı sayfasına geldiğimde hayvanlarda üzüntü hissiyle ilgili bir psikoloji blogu buldum. Yazının üçüncü paragrafına geldiğimde, Alice Metcalf'tan yapılan alıntıda "Hüzün duygusunun insanların tekelinde olduğunu düşünmek egoistliktir. Fillerin sevdiklerinin ardından yas tuttuklarına dair bol miktarda kanıt vardır," diyordu. Bu çok kısa bir ifadeydi, birçok bakımdan kayda değer sayılmazdı, başka dergilerde ve akademik makalelerde daha önce yüzlerce kez söylediği bir şeydi.
Fakat blog girdisi 2006 tarihliydi.
Annemin kayboluşundan iki yıl sonra.
Bir defasında Botswana'da koruma altındaki bir arazide yürüyen bir fil sürüsünü gözlemliyordum ki sürünün lideri olan dişi fil Bontle yere yığıldı. Diğer filler Bontle'ın bir sıkıntısı olduğunu fark edince dişleriyle onu kaldırmaya çalıştılar. Bu işe yaramayınca, bazı genç erkekler yine onu kendine getirmek amacıyla taşımaya çalıştılar. O zamanlar dört yaşında olan yavrusu Kgosi, hortumunu annesinin ağzına soktu. Yavru filler annelerini böyle selamlardı. Sürüden bir homurtu yükseldi ve yavru da çığlık atar gibi bağırmaya başladı fakat sonra hepsi birden sustular. Bu noktada Bontle'ın öldüğünü anladım.
Birkaç fil ağaçlara doğru gidip, yapraklar ve dallar kopararak Bontle'ı bunlarla örttüler. Diğerleri de üzerine toprak attılar. Sürü iki buçuk gün boyunca Bontle'ın başında matem içinde bekledi. Sadece yemek içmek için başından ayrılıyor, sonra geri dönüyorlardı. Yıllar sonra, kemikleri kuruyup dağılmış ve devasa kafatası kurumuş bir nehir yatağına saplanmış olmasına rağmen, sürü hala yanından geçerken durur ve birkaç dakika sessizce bekler. Geçenlerde artık sekiz yaşına gelmiş büyük bir genç erkek olan Kgosi'nin kafatasına yaklaştığını ve hortumunu Bontle'ın ağzının olduğu noktaya doğru yaklaştırdığını gördüm. Bu kemiklerin onun için genel bir anlamı olduğu aşikardı. Fakat onu görseydiniz, siz de benim inandığım şeye inanırdınız; bu kemiklerin bir zamanlar annesi olduğunu bildiğine.