Biricik kitabını eline alır, bir cimrinin servetine, bir babanın kızına, bir kralın tacına duyduğu sevginin emsali bir tutkuyla onu seyre dalar, gözleriyle okşar, bağrına basardı.
Bütün bu kitapların arasında olmaktan, bakışlarını yaldızlı harflerin, yıpranmış sayfaların, solmuş parşömenlerin üzerinde gezdirmekten mutluydu. Bir körün ışığı sevdiği gibi seviyordu bilgiyi.
Ah, mutluydu bu adam! Manevi derinliğinden ve edebî değerinden bihaber olduğu bütün bu bilgiyle kuşatılmaktan mutluydu; bütün bu kitapların arasında olmaktan, bakışlarını yaldızlı harflerin, yıpranmış sayfaların, solmuş parşömenlerin üzerinde gezdirmekten mutluydu. Bir körün ışığı sevdiği gibi seviyordu bilgiyi.
Hayır! Sevdiği bilginin kendisi değildi aslında; onun aldığı biçimi, yansıyan suretini seviyordu. Bir kitabı seviyordu çünkü o bir kitaptı; kokusunu, biçimini, ismini seviyordu onun.
İnsan şu hayatta öylesine kötü günlerle, öylesine uğursuz zamanlarla sınanır ki, kime lanet okuyacağını bile bilemeyip göğe doğru haykırır. İnsanlar kadere kötü günlerde inanırlar. 
İnsanın Tanrı'dan sonra en fazla kıymet verdiği varlığını, parasını kitaplara feda etmiş ve yine yetinmemiş, insanın paradan sonra en fazla kıymet verdiği varlığını, ruhunu kitaplara teslim etmişti.
Halkın gözyaşları, çılgın bir kahkahanın ardına gözleniyordu; zira ıstırap çeken ve gözyaşı döken bir insan, en büyük teselliyi -adına bencillik deyin ama hakikat budur- başkalarının ıstırabını, başkalarının döktüğü gözyaşlarını seyretmekte bulur.
Bu adamın sahaflar ve eskiciler haricinde kimseyle konuşmuşluğu yoktu. Ketum olduğu kadar hayalperest, nemrut olduğu kadar mahzun bir adamdı; tek düşüncesi, bir tek sevdası, tek bir tutkusu vardı: Kitaplar. Bu aşk ve bu tutku onu içten içte yakıp kavuruyor, ömrünü tüketiyor, ruhunu kemiriyordu.