Çok uzun yıllar sonra cezaevlerinin inşa edildiği yerler boş araziler olarak kalacak. Belki büyük iş merkezleri, alışveriş alanları, çocuk bahçeleri yapılacak. Belki birilerinin ayakları burkulacak yürürken, birden içlerinde bir sızı büyüyecek. Rüzgarla ve yıllarla silinmeyen can çekişmelerinin, kan kokusunun izleriyle karşılaşılacak. Göremediğimiz, duyamadığımız, anlamak istemediğimiz, bu yüzden hep suçlu kalacağımız acılar için küçük bir bedel ödeyeceğiz. Biricik ve vazgeçilmez olanın, yani hayatın sınırları bu vahşetin içinde son bulmasın diye, işte bu yüzden satırlar unutmamak ve unutulmamak için yazılmalı. Ya da susmalı çok uzun bir yürüyüşe çıkılmış gibi. Dargınlığımız birer birer kaybettiğimiz inançlarımızdan değil mi...
Şiddet bu ülkede inanıldığı gibi sorunları hemencecik halleden sihirli bir değnek değil. Silahlar ve bombalar masallardaki adaletli kralı ya da aşktan ölümlü kraliçeyi yaratmıyor.
Şiddet ceza vermiyor.
Şiddet öldürüyor.
Toplumun “ölüseviciliğini” destekleyen, körükleyen bir süreç yaşıyoruz.
Bir kez daha şairlerin kalemi kırılmıştır. Bir kez daha cezaevlerinin insanların diri diri yakıldığı, gömüldüğü ya da yaşayan ölü haline getirildiği yerler olduğu ispatlanmıştır.
Bir kez daha birbirimize sarılamayacağımız mesafeler, duvarlar örülmüştür.
Şimdi bana kötülükten koruduğun şarkını söyle.
Sevdiklerin için yazdığın şiiri oku.
Ateşim yükselirse su içir, korkunç rüyalar görürsem sarılabileceğim kadar yer ayır kendine.
Işığı hep açık tut..
Işığı hep açık tut.
Bu çok önemli.
Vücutları ölüm oruçları yüzünden küçülmüş, yüzleri yanmış kadınlar görüyorum.
Onların sadece gözleri var.
Dünyaya hala o gözlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar.