"Nereden gelirse gelsin, şu otuzyedi yıllık ömründe, fabrikayı ilk kez görüyor ve ilk kez gör düğü yerde, çalıştırılıyordu. Ellerine baktı bir ara.
Eldivenliydi elleri. Yıllarca, toprakla kardeşleşmiş derisinin üzerine geçirdiği bu plastikten eldivendi, en çok yadırgadığı. Sanki, canlı, cansız herşeyle ilişkisinin koparıldığını, yaşananla arasına bir duvar, duvardan da yüce bir kalenin örüldüğünü sanıyordu. Ellerinin bozulmasına, hattâ asitli suda parçalanıp yanmasına razıydı. Yeter ki, şu plastiği ellerinin üzerinden söküp atabilsindi..."
Sırtında Emile Zola'nın ünlü Germinali vardı. Dün de Kerbelâ Vakasını taşımıştı. Belki de yarın, Lenin'in bir kitabını taşıyacaktı. Ya öbürgün... Bir aşk romanı... Hasan Dayının sırtında, dünya edebiyatı gidiyor, geliyor... Vitrinler kitaplarla doludur. Vitrinlerde pırıl pırıl kapakların içinde yazarın emeği, matbaacının, dağıtımcının komisyonu... Her kitapta Hasan Dayıdan duyulmayan bin inilti. O taşır, o geri basar, o beli iki büklüm kitapların formasını sırtlar. Bazan zeka testleri, o çöker. Sonra insanlıktan bahseden binlerce kelime vurulur sırtına.
"Hiçbir zaman mı? Hiç bir zamanımız yok çünkü. Bir an durabilsek. Bir an...
Evet bir an durabilsek. her şey düzelecek. Bildiklerimizi uygulayabileceğiz. Durmak yok ama. Koş...
Biraz daha hızlı... Geç kalacağız, sıramıza girmeğe.
Şu bir kaç saniyelik gecikme... Yağmurda güçleştiriyor herşeyi... Neden durulmuyor? Yürüyen, koşan, dönen bir çarkın içinde doğmuşuz. Durmayı seziyoruz. Ama bilmiyoruz. Bir meydanda, bir araya, bir saniye gelebilsek, düzeltebiliriz herşeyi. Savaş lara da engel oluruz. Savaşlara mı?... Koş... Sonra konuşuruz. Utanılacak bir şey. Biz biliyoruz herşeyi.
Bile bile katılmak... Katıldığımız için sus payını almak..."