Zevk ve acı ne ikizdir, ne de birbirlerinin ayna görüntüleridir; bu en azından varkalımın manivelası olarak oynadıkları rol açısından böyledir. Genellikle, bizi şimdi ve yakın gelecekte bekleyen sorunlara karşı bir şekilde uyaran ve yönlendiren, acıyla ilintili sinyaldir. Acıdan kaçınmaktan çok, zevk peşinde koşmakla meşgul bireylerin ya da toplumların ayakta kalabileceğini düşünmek zordur. Giderek hedonistleşen kültürlerdeki bazı güncel sosyal gelişmeler bu görüşü destekliyor. Ayrıca, benim ve meslektaşlarımın, çeşitli duyguların sinir sistemiyle ilişkileri konusunda sürdüğümüz çalışmalar da ilave destek sağlıyor. Olumsuz duygu türleri, görüldüğü kadarıyla olumlulardan çok daha fazladır ve beynin, olumlu ve olumsuz duygu çeşitlerini farklı sistemlerle ele aldığı açıkça ortadadır. Belki de Tolstoy, Anna Karenina'nın başında şu sözleri yazdığında benzer bir içgörüyü ifade ediyordu: "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aile kendine özgü bir mutsuzluk yaşar."
Uzun süredir, insanlar yeni ve düşünce dolu bir evrim aşamasın da bulunuyorlar; bu aşamada zihinleri ve beyinleri, vücutlarının ve oluşturdukları toplumların hem hizmetkârı hem efendisi olabiliyor. Tabii ki doğadan gelen beynin ve zihnin, büyücü çıraklığına soyunup doğanın kendisini değiştirmeye kalkışması oldukça risklidir. Ne var ki, doğanın zorluklarını göğüslemekten kaçınmanın ve çekilen acıları azaltmaya çalışınamanın da riskleri vardır. Aslında, hiçbir şey yapmamanın çok büyük riskleri vardır. Salt kendine doğal geleni yapmak, yalnızca daha iyi dünyaları ve yöntemleri hayal edemeyenleri, olabilecek dünyaların en iyisinde bulunduklarına inananları mutlu edebilir.
Vücutsuz zihin görüşü Batı tıbbının hastalıkları inceleme ve tedavi yaklaşımlarını da etkilemiş gibi görünmektedir. Kartezyen ayırım, hem araştırmalara, hem de uygulamalara hakimdir. Neticede, gerçek hastalıklar diye adlandırılan ana vücut hastalıklarının psikolojik sonuçları genellikle göz ardı edilir ve yalnızca ikinci planda ele alınır. Psikolojik sorunların ana vücut üzerindeki etkileri ise büsbütün ihmal edilir. Tıbbın yönünün değişmesinde, Hipokrat'tan Rönesans'a kadar geçerli olan organizmacı, vücuttaki-zihin yaklaşımından sapılmasında Descartes'ın katkısı olduğunu düşünmek, ne kadar tuhaftır. Eğer Aristo bunu bilseydi, Descartes'a kimbilir ne kadar bozulurdu.
Yine de insanlığın doğuşundan çok önceleri varlıklar yine varlıktı. Evrimin bir noktasında temel bir bilinçlilik başladı. Bu temel bilinçlilikle basit bir zihin oluştu. Zihnin daha karmaşıklaşmasıyla, düşünme, daha da sonraları iletişim kurmak ve düşünceleri daha iyi örgütlernek için dilin kullanılması olanağı belirdi. Demek ki o zamanlar insan, önce varoldu, sonra düşündü. Şimdi biz, dünyaya gelip gelişirken, yine önce varoluyor, sonra düşünüyoruz. Düşünme, varoluşun yapıları ve işleyişi sayesinde olabildiği için, önce varolur, sonra düşünürüz ve ancak varolduğumuz kadar düşünürüz.
Hasta bir kültürü tıbbın tek başına iyileştirmesini istemek akılsızca olur ama,insan hastalıklarının bu yönünü yadsımak da aynı derecede akılsızlıktır.
Primatlarda serotoninin en önemli görevlerinden biri saldırgan davranışları önlemesidir. Deney hayvanlarında, serotonin salgılayan sinir hücrelerinin bu salgısı engellendiğinde görülen sonuçlardan biri, hayvanın fevri ve saldırgan davranmasıdır.
'Düşünüyorum öyleyse varım.' Descartes'ın bu sözünü bilmeyenimiz yoktur. Damadı O'na nun yazdığı bu kitabı bir eğitimci olarak şiddetle tavsiye ederim. Kitap, temel düzeyde beynin ve duyguların nasıl çalıştığını bize anlatıyor. Belirli koşullarda duygunun akıl yürütmeyi aksattığı kuşkuşuzdur. Serinkanlı ol, duygularına hakim ol! Yargılarına tutkularının karışmasına izin verme. Sonuç olarak, duyguyu, mantıklı düşünmemize eşlik eden gereksiz bir zihinsel yeti olarak görürüz, oysa duygu ve hisleri makul ölçülerde yaşamalıyız. Mantıklı olmalıyız. İşte Descartes'ın yanılgısı budur; vücut ve zihnin birbirinden uçurum ile ayrılması..
Neticede, tahmin edilebileceği gibi, belgelenmiş bir beyin-vücut etkileşimi söz konusudur ve göze daha az görünen zihin-vücut etkileşimlerini de belki ayırt edebiliriz. Şu örneğe bakalım: Neokorteks, limbik sistem ve hipotalamus düzeyinde çok sayıda beyin sistemin deki işlemlerle ilgili olan kronik zihinsel stres halinin, deri içindeki sinir uçlarında CGRP ya da 'kalsitonin genle bağlantılı peptid' de nilen bir kimyasal maddenin aşırı üretilmesine yol açtığı sanılmaktadır. Sonuç olarak, CGRP Langerhans hücrelerinin yüzeyini aşırı derecede kaplar. Bağışıklıkla ilgili bu hücrelerin görevi, bulaştırıcı unsurları yakalayıp lemfositlere teslim ederek bağışıklık sisteminin bunlarla savaşmasını sağlamaktır. Üzerleri tümüyle CGRP ile kaplanan Langerhans hücreleri, yeteneklerini yitirir ve koruyuculuk görevini yapamazlar. Sonuçta vücut, başlıca giriş yollarından biri daha az savunulduğu için, enfeksiyonlara karşı daha savunrnasız hale gelir. Zihin-vücut etkileşimine başka örnekler de verilebilir: Üzüntü ve kaygı, bilindiği gibi, cinsel hormonların düzenini değiştirerek hem cinsel güdülerde hem de kadınların adet çevrimlerinde değişikliğe neden olur. Yine beyindeki işlemlere bağlı bir hal olan mahrumiyet, bağışıklık sistemini çöküntüye uğratarak insanın daha kolay mikrop kapmasına yol açar ve doğrudan ya da dolaylı bir sonuç olarak, bazı kanser türlerinin gelişme olasılığını artırabilir. Kırık bir kalp insanı öldürebilir!
Daha küçücükken, doğru kararların soğukkanlılıkla düşünerek verilebileceği
öğretilmişti bana, duygular ve akıl birbirine ancak su ile yağ kadar karışabilirdi.