"Bakışım şeyleri sarar ve onlara kendi etini giydirir. ... Nasıl oluyor da bakışım şeyleri sararken onları benden gizlemiyor; nasıl oluyor da şeyleri örterken onların örtüsünü açıyor?". Merleau-Ponty bakışın şeylerle ilişkisini anlatırken bu ilişkinin bir çakışma ilişkisi olduğunu, daha doğrusu, ilişkinin bizatihi bir çakışma olduğunu söyler. Görülür bir şey ile o şeyin rengi arasında her ikisinin de destekçisi olan, her ikisini de besleyen ancak şeyin kendisi olmayan bir doku vardır, şeyin etidir bu.
Bakış göreni görünüre eklemektedir. Bir sayfanın tersi ve yüzü gibidir beden ve görünür dünya; görünürlüğün ise, bu birbirine eklenmiş, birbirine katılmış iki sayfanın arasında yeraldığı düşünülmelidir. Her parçasıyla dünyaya bağlı beden şeyleri biçimlendirdiğine ve şeyler de bedeni biçimlendirdiğine göre, görünürlük ne biçim alan bedenin, ne de biçim alan şeylerin kendilerinindir. Görünürlük, onların biçim alışlarının çakışmasıdır aslında.
Merleau-Ponty Algının Fenomenolojisi'nin "Duyumsama" bölümünde
duyumsayan-duyumsanan, algılayan-algılanan ilişkisini, uyuyan kişi ile uyuduğu uyku arasındaki ilişkiye olan benzerliğini vurgulayarak açıklar . Uyku uyuyan için, yaşanan deneyimin üstüne dönmeyi içeren refleksif tavırdan büsbütün uzak bir haldir. Doğal algı da bir tür uykuya benzer. Doğal algı refleksif tavırla birlikte ortadan kalkar, çünkü bu yaşantı algıya inanarak gerçekleşir. Merleau-Ponty algının izini, "algısal inanç" kavramına dayanarak ve algının yaratıcılığını vurgulayarak sürer. Algının refleksif tavra tâbi tutulmaması gereken eşzamanlılığını göz ardı ederek, algılamayı ve dünyada olmayı birbirini takiben gelişen iki safha olarak kurgulayacak olursak, Descartes'in Tanrı'sı misali, algının bizi her an yeniden yarattığını, yaratmayı bir an için olsun bıraksa her şeyin alt üst olmasının kaçınılmaz olduğunu, bizim de algıyla dünyayı her an yeniden yarattığımızı söyleyebiliriz. Bununla birlikte, algılayanın algıya sahip olduğunu düşünmek doğru değildir. Algım bendedir ama bana ait değildir, çünkü dünyaya girişimiz, dünyada oluşumuz anonimdir.
Her duyum bir kişisizleştirme tohumu taşır. Nasıl ki ben, ne kendi doğumumun
ne de ölümümün gerçek öznesi değilsem, duyumumun da öznesi değilimdir. Doğum da ölüm de ancak kişisel-öncesi ufuklar olarak kavranabilir. Kendimi ancak çoktan doğmuş ve henüz hayatta olarak kavrayabilirim. Doğulduğunu ve ölündüğünü bilirim, ama kendi doğum ve ölümümü deneyimleyemem. Aynı şekilde duyum da, kendini önceleyen ve kendinden sonra da varolmaya devam eden bir duyarlıktan ortaya çıkar. Duyum yoluyla, kişisel yaşamım ve eylemlerimin marjında, verili bir yaşamın varlığını bulgularım.Kişisel varoluşum, kişisel olmayan bir varoluşla kuşatılmıştır. Seçtiğim ve üstlendiğim dünyanın berisinde, sanki beni önceleyen, dünyada olmayı çoktan seçmiş, dünyaya kendini açmış ve onunla eşzamanlı kılınmış bir başka ben bulunur. Bir organizma olarak bedenim, dünyaya kişisel-öncesi bir katılmadır, anonim ve genel bir varoluştur. Bu anlamda ben katılımım olmadan dünya ile ilksel bir sözleşme yapmış olan bedenim dolayısıyla, varolmaya mahkûmum.
... iletişimin reddi de bir iletişim tarzıdır. Yalnızlık ve iletişim birbirlerini dışlamak yerine, tek bir fenomenin parçalarıdırlar. Toplumsal dünya karşısında gözlerimi kapatabilir, kulaklarımı tıkayabilir, toplumun içinde bir yabancı gibi yaşayabilir ve toplumsal olayları tüm insani değerlerinden soyutlayabilirim. Doğal dünya karşısında da düşünce dünyasına çekilip tüm algılarıma şüpheyle bakabilirim. Fakat varlıktan ancak varlık içinde kaçabilirim. Fiziksel ve toplumsal dünya benim için her zaman -olumlu ya da
olumsuz- bir uyaran (stimulus) işlevi görür. Nasıl ki düşünce varlıkların olumsuzlanması yoluyla varlığın olumlanmasıysa başkasının reddi de aynı zamanda onun onaylanmasıdır.
Fenomenolojinin bir yandan özler felsefesi olma iddiası vardır, öte yandan da özleri varoluşa ya da olgusallığa yerleştirerek platonizme düşmekten kurtulma çabası.