Filmler ve Rüyalar kitaplarını, Filmler ve Rüyalar sözleri ve alıntılarını, Filmler ve Rüyalar yazarlarını, Filmler ve Rüyalar yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
(Sahte) rüyalar ile (hakiki) gerçeklik arasındaki mücadeleyi mecazi bir şekilde canlandıran simgeleyici karakterler aracılığıyla bir dram yaratan Kubrick'in tersine, Schnitzler her şeyi, hatta rüyaları bile gerçeklik olarak görmek ister. "Modern psikoloji, metaforlara ruhsal gerçekliklerden çok daha fazla önem verir. "Egonun, süperegonun ve idin kuruluşu zekice ama yapaydır," der Schnitzler. Gerçeklik kesinlik değildir, ama bir rüya olabilir pekâlâ. Her rüyanın arkasında bir gerçeklik bulunduğunu varsaymakta serbest olsak bile, bunun da kesin bir tarafı olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bilikis, ancak gerçekliği bir rüya olarak görebildiğimizde; yani göz açıp kapayıncaya kadar geçen çok kısa bir an için gerçekliğin bir rüya olduğunu bildiğimizde (hatta belki de bu farkındalığı sürdürdüğümüzde), ama hiçbir doktor bizi bu hastalıktan kurtaramadığı için rüya görmeye devam ettiğimizde bilgiye ulaşırız.
Rüya yorumlarının tarihinde, "rüya mantığının" uyanık hayatımızın mantığından daha önemsiz olduğunu savunan; bunun sonucunda, imajları birer simge ilan ederek (Freud'un yaptığı şey de öncelikle buydu), mantığın "retrospektif olarak" somut bir imajlar akışına yerleştirilmesine yol açan, hatalı bir görüşe katkıda bulunmuştur.
Freud'un savunduğu gibi, rüyalarda alışıldık imajları veya düşünceleri "çarpıtan" ego veya süperego ise, bu çarpıtma ediminde sözün işlevi ne olabilir? Peki sözü işin içinden çıkartmanın ne gibi bir işlevi olacaktır? Otto Isakower, bir rüyadaki sözcüklerin süperegonun katkısı olduğunu öne sürmüştür. Öyleyse, tüm konuşmaları bilinçli olarak dışlayan bir film de süperegonun çarpıtma etkisinin dışlandığı bir rüyaya benzer. Ne var ki bu fikir, "sessiz rüya sekanslarında 'çarpıtma' daha ziyade süperego, ego veya id tarafından gerçekleştirilmektedir" gibi bir sonuca ulaşmamıza neden oluyorsa, çarpıcı bir basitleştirmeyi temsil etmektedir. Isakower, büyük olasılıkla nadiren göründüğü için, dolaysız anlatımı süperegoya atfeder. Rüyalarda dolaysız anlatım, görsel anlatım biçimlerine kıyasla pek sık vuku bulmaz; süperegonun ahlaki sesinin nadiren ortaya çıkması, bizatihi rüyamsı deneyimlerin tipik niteliklerinden biridir. Genel olarak rüyalar, (süperegoyu etkilemesi gereken) ahlaki sorunların olmayışı sayesinde üstünlük kazanır.
Rüyalarda işitsel niteliğin asgari düzeye indiği sıkça vurgulanan bir husustur. Emil Kraepelin daha 1910'da, bir rüyada görsel niteliklerin baskın olduğuna, ama konuşma dilinin alımlanmasmm açıkça uyanıklık haline ait olduğuna dikkat çekmiştir: "Bu noktada, rüyalarımızın vizyonlar ve hareketlerin temsilleri aracılığıyla kendilerini açığa vurduğunu, işitsel algıların ise arka plana çekildiğini hatırlıyoruz. Aynı zamanda, konuşmanın işitilmesinin genellikle en önemli duyu algısı kaynağı olduğunu." Konuşmanın unsurlarını hatırlamanın güçlüğü de bundan kaynaklanmaktadır. Bellek, rüya imajlarım genelde seslerden çok daha kolay saptayabilir. Kraepelin, henüz olgunlaşmamış olmakla birlikte, makul bir sonuç çıkarmıştır bundan. Bu sonuca göre rüyalar, bir mantıktan ve sadece dilsel bir yapının sunabileceği bir dilbilgisinden yoksun olduğundan ötürü, bir imaj meselesidir. Başka bir deyişle, imajlar olarak rüyalar bizi "somut olanla" karşı karşıya bırakır, ama bir nebze olsun soyut (dilsel) düşünce içermez.
İnsan toprakla birleşerek öznel varlığını öldürür, kendisini yadsır; zira her türlü benlik, her türlü beden, sadece boş uzamlarda var olur. Öte yandan, rüyamsı khora içerisinde beden diye bir şey yoktur: "İnsanın yer ile olan ilişkisi beden aracılığıyla kurulur, ama bu ilişki öyle bir noktaya varır ki insan bedenin nerede son bulup yerin nerede başladığını bilemez hale gelir," der Marc Ghitti. Tarkovski maddeyi ele alışı bakımından Platoncu değil, yeni-Platoncu görünür (Plotinos'a daha yakın gibidir). Kahramanın bedeninin çamurla yeniden bütünleştirilmesi aracılığıyla, kahramanın "vizyonu", bir öznenin bir nesneyi algılamasını sağlayan vizyon olmaktan çıkar. Aslında meydana gelen şey, özne ile nesnenin gerçekten Plotinosçu anlamda birleşmesidir.
Shakespeare'de özsel olan şey, insanın umursamazlığı ve kibridir muhtemelen; Shakespeare'e hayran olacaksak, onu tıpkı doğayı, örneğin bir manzarayı benimsediğimiz gibi benimsemek istiyorsak bunu düşünmemiz gerekir
Hölderlin'in "İnsan şu yeryüzünde şairane mukimdir" şiiri üzerine denemesinde Heidegger, yeryüzünde şairane ikametin eylemle değil hayal kurmayla (yani bir anlamda rüya görmeyle) belirlendiğini yazar. Şair, edimde bulunmak yerine hayal kurar. Yeryüzünde ikamet etmek, yeryüzü ile gökyüzü arasında vuku bulur, ama ikisi arasındaki uzamın gerçekçi bir ölçüsü yoktur. Heidegger'e göre, yeryü zü ile gökyüzü arasındaki uzamı algılama sürecinde, algılamayı "ikamet etmeye" dönüştüren bir hayal etme uğrağı, yani bir tür rüya uğrağı devreye girer.
1. Gérard Genette, Figures 11, Paris: Seuil,1969, s. 152.
2. L’Energie spirituelle, Paris: Alcan, 1922, s.157.
3. Gaston Bachelard, LEau et les rêves, Paris: Corti, 1942, s. 32.
4. Maurice Pinguet, "L'Ecriture de rêve dans un cornet à dés", RevuKitabı okudu
Doğalcılar sanatı gerçekliğin yeniden üretimi meselesine indirgediler. İzlenimcilik, her türlü kişisel his, değerlendirme veya fantaziyi elinin tersiyle itip şeyleri "olduğu gibi" görmek isteyen, katı, neredeyse teknik bir bakıştı. Onlar için sahiden görünür olan şey, sahiden resmedilebilir "düzlemsel" dünya fenomeni olduğundan, çizimde salt "yalın yeniden üretim" önemli bir sorun teşkil etmiyordu, zira estetik yöntemlerinde hünerli el hareketine yer yoktu. Dolayısıyla sanatsal yöntemleri kuramsal olarak "fotografik"ti
Bir çağı ne denli iyi anlarsanız, belirli bir şairin kullandığı ve o şaire ait olduğunu sandığınız imgelerin neredeyse hiç değiştirilmeden başka bir şairden alınmış olduğunu da daha iyi kavrarsınız. Şairlerin yapıtları, şairlerin bulduğu ve paylaştığı yeni tekniklere göre, şairlerin dilin kaynaklarını düzenlemesine ve geliştirmesine göre sınıflandırılır veya gruplandırılır; şairler imgeler yaratmaktan çok onları düzenlemek derdindedir. İmajlar şairlere verilmiştir; bu imgeleri hatırlama becerisi, şair için imgeleri yaratma becerisinden çok daha önemlidir
Andrey Tarkovski'nin "olguları" temsil etme şekilleri üzerinde durmayı istiyorum. Bu girişimin Tarkovski için, bir benzerine diğer çağdaş sanatçılarda nadiren rastladığımız türden, zamana ve tarihe dair bir sorular sarmalı oluşturduğuna inanıyorum. Tarkovski için olguları en yaygın haliyle "kurmaca" olarak adlandırılan şeye dönüştürme yaklaşımı, tarih ve şimdi arasındaki ilişkiye dair incelikli düşüncelere dayanır; bu düşünceler de, bence, klasik ve hatta "postmodern" yaklaşımların çoğunun sofistike oyunlarını aşar. Tarkovski sinemada zamana dair fikirlerini, modernliğin en önemli sinema ilkesini, Biçimcilerin montaj yöntemini alt ederek geliştirmiştir. Avangard Biçimciliğin montaj, yan yana koyma ve yadırgatıcı hale getirme gibi klasik modern buluşlarını modem estetiğin tipik tezahürleri olarak algılayacak olursak, Tarkovski'nin modemizme muhalif olduğunu söyleyebiliriz. Gelgeldim, Tarkovski'nin ifadeleri modernliği aşmaya yönelik "postmodern" girişimlerin ifadeleriyle de bağdaşmaz.