Söz, yani kâl, ilim veyâ san'ata da süslenip bezenmiş olsa gene de cansız bir heykel gibidir. Hâl ise şekilden de cisimden de mahrum dahî bulunsa insanoğluna sessiz sedâsız çarpan ve ruhları avucu içine alan gözle görülmez mânevî dalgalardır.
İnsan yetiştirmek bir endüstri değildi ki vidasının çivisini dişlisini tezgâhlarda işleyip bir yerine taksındı?
İnsan, ancak îman ve muhabbet potası içinde bir bütün olarak ele alınıp mânevî şeklini, nizam ve düzenini bulabilirdi.
Ne tuhaf ki, bunca zamandır dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağını ona hiç söylememiş, aşkla öl gene aşkla diril! dememişti.
Başında sarığı, sırtında cübbesi, günün erken saatinde evinden çıkar, mektebine giderek akşama kadar talebeleriyle haşır-neşir olduktan sonra herzamanki ciddî ve huzurlu hâliyle evine dönerdi. Ne ki bu dönüşe, evinden ziyâde, kitaplarına kavuşmak denebilirdi. Zirâ Bergamalı Cevdet Efendi ile kütüphânesi arasında âdetâ ezelden ebede uzanan plâtonik bir aşk vardı.
Canlı, neş'eli ve kabına sığamayan genç karısının itiraz, isyan ve ricâlarına rağmen sevgilisinin birini rafa koyarken bir başkasını alır, gözünden ev-bark çoluk-çocuk silinircesine okur okurdu.
Ama bâzan, içine dalıp kaybolduğu bu dünyâ ile kendi arasında bir el, genç bir kadın eli hiddet ve şiddetle uzanır ve kocasının okuduğu kitabı kaptığı gibi fırlatıp pencereden bahçeye atardı.
Bergamalı Cevdet Efendi, karısının bu haklı protestosuna içinden kızmış olsa bile, belli etmez, aşağı inerek kitabı çiçek tarhlarının arasından alır; tozlarını temizler, şâyet cildi bozulmuşsa, ertesi gün tâmîre götürür; yukarı çıkıp karısıyle karşılaştığı zaman da bütün sitemi:
– Hanımcığım Allah sizi affetsin! demekten ibâret kalırdı.
Peki, en küçük ihtiyaçları bile vücûde getirmek için bir aklım faaliyete geçmesi lazım olduktan sonra, şu koskoca dünya, şu başı sonu bilinmeyen makrometrik ve mikrometrik âlemler, kendiliğinden ve bir tesadüf eseri olarak vücut bulur mu? Keza akla durgunluk veren bu yaratılış âleminin ortasında, güzel olduğu kadar sırlar ve harikalarla dolu olan insanoğlu, nasıl olur da maksatsız ve sebepsiz yaratılmış olabilir?
Tabiat, bir gaye, bir vesileler manzûmesidir. Yani her bir zerresi ile tabiat şuurlu ve organize sebeplerin bir araya gelmesiyle ahengini bulmuştur.
Zavallı Türk gençliği, kendisine kıyan günahkârları alkışlamakta devâm ettirilip, sahte mâbutlara tapmak vatan borcu sayıldıkça, uyanış ve diriliş saatinin çalmakta olduğu nasıl düşünülebilir?...
Ne çâre ki şu gökkubbe altında Müslüman-Türk, her zaman yalnız her zaman garip! Hattâ, değil âlem halkı, kendi bile değerinden, dünyâlara sığmayan şânından şerefinden gafil ve habersiz!
Acaba bizim garblılaşmağa mı, yoksa oluş ve yükseliş devirlerimizin zihnî ve ruhî dinamizmini dış tabîat bilgileriyle takviye edip millî bir kalıp içinde ihyâ etmeye mi ihtiyâcımız vardı?
Türk cemiyeti, aşağı yukarı iki asırdır, çatırdamakta ve her sarsılışta da öz benliğinden yeni bir değeri kaybetmektedir. Kaybedilen sadece İmparatorluğun geniş toprakları, atalarımızın mermere kanını işleyerek vatan yaptığı coğrafyası değil; tarihi, îmânı, dili, aşkı, gāyesi, ahlâkı, örfü ve neticede şahsiyetidir. Bizim dışımızdakiler, özümüze su katmak için; içimizdekilerin de bir kısmı, hem zarfımızı, hem de mazrûfumuzu beraber değiştirebilmek için bütün gayretlerini sarfetmişler; elhak muvaffak da olmuşlardır.