Besim hocanın kitabı, her yanına not alınıp altı çizilesi, dönüp tekrar tekrar okunası bir metin. Sekülerleşme, muhafazakarlığın dönüşümü, kültürel yarılma ve kutuplaşma, mahalli ikon ve küresel kanonlar, akademi-üniversite ikilemi, entelektüellik... Ufuk açıcı ve okuması keyifli bir kitap olmuş. Yayına hazırlayanları da ayrıca tebrik etmek lazım, makale-söyleşi derlemesi olmasına rağmen gayet vurucu ve incelikli metinler seçilmiş
"Türkiye'de son yıllarda gerçekleşenin, çevrenin merkeze taşınması olduğunu söyleyenler ve buna şiddetle itiraz edenler mevcut. Bence aslında olan, geniş anlamıyla sekülerleşmedir. İslâm, manastırından çıkıyor."
Türkiye'de eğitim belki de II. Mahmut'tan beri daha çok meslek ve uzmanlık çerçevesinde düşünülüyor. Onun üzerinden bir Tanzimat, iki Meşrutiyet, bir Cumhuriyet, sayısız darbe ve yeni anayasa gündeme geldi. Ama bu bakış bence hiç değişmedi. Oysa bu maarifin sadece bir yanı olabilir. Bildung yani maarif kaliteli insan yetiştirme faaliyetidir. Türkiye'nin en önemli genetik açığının burada olduğunu düşünüyorum.
Çok daha geniş ve derin bir entelektüel kamusal alana ihtiyacımız var. Üstelik bu alanın mümkün olduğu kadar diyalojik olması, farklı mahalleler arasında geçişkenlikler içermesi lazım. ve bu ülkede birilerinin kendi mahalleleri, ideolojileri kadar bu alanı savunmasına ihtiyaç var. Ancak bu şekilde nitelikli eleştiri üretebiliriz. Nitelikli eleştiri üretmekle, nitelikli fikir üretmek, nitelikli toplum, nitelikli hayat üretmek aynı şeydir. Bunun için öncelikle kanonik bir bilince ihtiyacımız var. Herkes istediği fikre, ideolojiye, harekete ait hissedebilir ama bütün bunların içinden geçen, iletişimi mümkün kılan bir yanımız da olmalı. Türkiye'de birçokları yerlilikten, gelenekten söz ediyor ama bence eksik olan bu "kanonik bilinç”.
Türkiye'de sosyolojinin kurucusuyla, cumhuriyetin fikrî kurucusu aynı kişidir! Bu bile sadece, sosyolojinin devletle ne kadar bağlı olduğunun bir işaretidir. Bunun konumuza etkisi sosyolojinin uzun yıllar sekülerleşmeyle, laikleş(tir)meyi birbirine karıştırması olmuştur. Buna tepki duyan İslamcı sosyologlar/ilahiyatçılar ise, Türkiye'de dindarlığın kamusallaşmasını, yani sekülerleşmesini, ilginç bir biçimde sekülerleşme kuramlarının çöküşü olarak okumuşlardır.
Türkiye'de devlet sadece politik bir aktör değildir, aynı zamanda teolojik bir aktördür. Türkiye'de devlet Vatikan'dır. Dinin, dindarlığın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini devlet tanımlar. Bu, 1930'larda da böyleydi. Bugün de böyle. Türkiye'nin politik teolojisinin temel kuralı budur.
Modernleşme projesi Türkiye'de laikleşmiş bir toplumsal taban yaratmıştır. Ama bu dindarların siyasallaşması pahasına olmuştur. Biraz önce söz ettiğim Ahmet Hamdi Tanpınar hakkındaki kitabımda, Türkiye'nin modernleşmeden modernliğe doğru hareket ettiğini iddia etmiştim. Aynı şeyi teoloji-politikten, ekonomi-politiğe hareket şeklinde
Türkiye'deki laiklik siyaseti hedeflediğinin tam tersi sonuçlara neden olmuştur. Devlet, laiklik siyasetiyle, din ile siyaseti birbirlerinden ayırt etmek ya da kendisine göre bunun tek yolu olarak dini kontrol etmek istemiştir. Sonuç, din ile siyasetin birbirlerine daha da yakınlaşması, hatta dinin devleti kontrol edebilir hale gelmesi olmuştur.