Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi

İbrahim Bayram

En Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi Sözleri ve Alıntıları

En Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi sözleri ve alıntılarını, en eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dini Düşüncesi kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Allah’ın varlığını ispat etme konusunda aklın (aklî delilin) çok büyük önemi vardır. Ona göre, “ilim" kelimesi iki mânada kullanılır: 1) Bilgi: Bedâhete, müşâhedeye ya da o şeyin sebebini bilmeye mebni olarak oluşan bilgi anlamında kullanılır. Bu yollar kesin bilgi sağlar. Bedîhî yolla, duyular vasıtasıyla ve aklî delille bilinen ilim buna
“Hiçbir bilginin yakîn ifade edemeyeceği” şeklindeki Reybiyyün (Şüpheciler) düşüncesi doğru değildir. Hissî bedâhet yoluyla kâinâtın, aklî burhân yoluyla da Allah’ın varlığı konusunda bir yakîn kesbedilebilmektedir ve buna yönelik bir şüphe ortaya konulması doğru olmaz. Reybiyyün’un görüşlerinin aksine, insan bilgisi, aksine ihtimali ortadan kaldıracak bir yakîn elde edebilir. Insan malümâtının basit önermeleri aşamayacağı, aksi muhtemel olmayacak tarzda zarüret bildiren herhangi bir önermeye ulaşamayacağı şeklinde dile getirilen düşünce kabul edilemez. Bu düşünce, meselâ “küll, cüzden büyüktür” gibi bir önermeye kimsenin ikna olamayacağını söylemekle eşdeğer bir anlam ifade eder.7 Doğrusu şudur: Matematik ve geometri ilimlerinde olduğu üzere, insan bilgisi zaruri önermelere hâkim olur; hiç kimse iki kere ikinin dört ettiğine dair zarüret bildiren bir önermede tereddüde düşmez. Kimse bunun doğruluğunda şüpheye kapılıp bu sonucu tercih edilebilir bir ihtimal olarak değerlendirmez. Zira Allah, bu ve benzeri önermeler yoluyla insanın zihninde bu bilgiyi yaratır. Allah, “fâil-i muhtâr” olduğu için isterse bu bilgiyi zihnimizde yaratmaz; bu durumda ise biz bu önermelerin doğruluğu konusunda şüpheci durumuna düşeriz. Mustafa Sabri’ye göre, zarüriyyât kabilinden olan önermelerle elde edilen bilginin husülü, hem bu bilgiyi hem de insanı yaratan Cenâb-ı Hakk’ın fâil-i muhtâr olması açısından zaruri değildir. Allah dileseydi, insan, zarüriyyât denilen bilgileri bilemez veya zarüriyyâtı bilir ama nazariyyât bilgilerini oluşturamazdı. Bütün bunlar Allah’ın kudretindedir.
Reklam
Mustafa Sabri’ye göre yakîn bildirme hususunda ilim; bedîhî, burhânî ve tecrübî olmak üzere derecelendirilir. Bedihî ve burhânî bilgi kesinlik bildirirken; tecrübî ilim bir kesinlik ortaya koymaz. Bedihî bilgi, insan aklının inkişâfı ile ortaya çıkar, bir istidlale ihtiyaç duymaz ve sayısı çok azdır. Burhânî bilgi, bir tefekküre baglı olarak aklî burhânla ortaya çıkar. Bu bilgiye ulaşma derecesi kişiden kişiye göre artıp çoğalır. Tecrübî bilgi ise, tecrübe sonucu doğan ve şahıslara bağlı olarak niceliği değişebilen bir bilgidir.10 Burhânî bilginin oluşturduğu kesinlik, his ve tecrübenin sağladığı bilginin kesinliğinden daha kuvvetli ve bedîhî bilginin derecesine daha yakındır. Zira burhânî bilgi, tecrübî bilginin hiçbir zaman ulaşamayacağı zarüret derecesine daha yakın bir konumdadır.11 Kesin bilgiye ulaşmak mümkün olduğuna göre bu katîliği reddeden görüşler yanlıştır. Örneğin Friedrich Hegel’in (ö. 1831) felsefesi doğrultusunda, caiz olmayanı caiz kabul etmek, çelişmezlik ilkesini ortadan kaldırmak, muhal ve vâcib kavramını reddederek her şeyin mümkün olduğunu dile getirmek ve ilmin mutlak hakikat peşinde olmayıp iki ihtimalden her birine kanaat getirebileceğini savunmak doğru değildir. Bu düşünce, mutlak hakikate ulaşmanın muhal olduğu ve zâten insanın da buna ihtiyaç duymadığı gibi bir anlamı beraberinde getirir.12
Mustafa Sabri, bilgiyle bağlantılı olarak, idrâkin ne olduğu, bu idrâkin bilginin kaynağı olup olmadığı ve bu bilginin nasıl gerçekleştiği gibi konulara da temas eder. Öncelikle mânevî bir şey olan akıl ve idrâkin farklı bir cins olan maddeyle birleşmesinin söz konusu olamayacağı düşüncesiyle, âlemin, insanın ona dair zihnî süretlerinden ibaret olduğu gibi bir anlayışa kapılmak doğru değildir. Burada şüpheci bir tavır içerisine girilmemelidir. Kâinâtın hâricî varlığına mutlak bir şekilde inanılması gerekir. Insanların gördüğü veya dokunduğu şeylerin varlığı kabul edilmelidir. Ancak görülen ve dokunulan şeylerin eşyanın kendisi değil zihni suretleri olduğu da bilinmelidir. Yani duyular vasıtasıyla gerçekleşen idrak tıpkı duyu vasıtası olmaksızın gerçekleşen idrak gibi bu eşyanın suretine taalluk eder. Zira iki durumda da idrak eden, dış dünyayla bağı olmayan akıldır.19 Kendi özünde kör ve bilinçsiz olan duyu organlarının gördüklerini tefsir etmesini ve idrâke dönüştürmesini sağlayan akıldır.
Idrâki, dimağın bir fiili olarak gören Maddiyyün (Materyalistler) yanılmaktadır. Dimağın daha kendisinin varlığına dair bir şuuru yokken onun müdrik olması mümkün değildir. Zâten müdrik olan insan da ancak araştırma ve öğrenme yoluyla dimağının varlığından haberdardır. Bu anlamda dimağ, idrâkin fâili olamaz.”Dimağ sadece idrâk ve akletme (taakkul) aracıdır. Idrâk etmeyi ve akletmeyi gerçekleştiren ruhtur. İddia edildiği gibi şayet idrâk dimağın eseri ise, ükirler arasında hak-bâtıl tayininin nasıl sağlandığı, Maddiyyün’dan olmayan kişilerin nasıl olup da idrâki dimağın sonucu olarak görmedikleri sorulmalıdır. Bu durumda idrâkin dimağın bir eseri olduğunu savunan Maddiyyun, kendisi gibi düşünmeyen kişilerin dimağlarının kendi dimağları gibi olmadığını ve kendi görüşlerinin diğer görüşlere tercihini gerektirecek bir halin bulunmadığını kabul etmek durumundadır
Insanın ister mahsüsât(gözle görulebilen) ister mâkulâttan(akılla bilenebilen) olsun bildigi şeyleri bilirken bu bilmenin keyfiyetini bilememesinin, onun bilgi edinmesine bir zararı dokunmaz.Allah insanların neyi bilmelerini istediyse onlara, onu öğretmiş, ancak nasıl bildiklerini öğretmemiştir. Bu hususta avâm ile havâs arasında fark yoktur.24 “İdrâkin, bir şeyi nasıl idrâk ettiğini bilmekten aciz olduğu”25 şeklindeki ifade, bu konuda söylenebilecek en güzel ifadedir. Eğer bu acziyet itiraf edilmezse “cehl-i basitten cehl-i mürekkebe” düşüldüğü gibi, bedîhiyyâtın inkarıyla “şüpheci” konumuna da düşülür. Hatta bu meseleyi izah adına iş, mahsüs âlemin idrâkler vasıtasıyla mevcüd olduğunu, idrâk olmasa âlemin de mevcüd olmayacağını söylemeye kadar varır. Sonuç itibariyle idrâk, Allah’ın izin ve irâdesine bağlı olarak gerçekleşmekte ve bu esnada ne zihin dışarıya çıkmakta ne de hâricî eşya zihne girmektedir.
Reklam
Bir şeyin muhal olduğuna tecrübe değil akıl karar verir. Nitekim “aklen muhal” denirken “tecrübe yoluyla muhal” veya “tecrübeyle zaruri” ya da “hilâfı muhal” gibi bir ifade kullanılamaz. Adeten yani tecrübeyle muhal ifadesindeki “olamazlık” ise gerçek anlamda değildir. Bu ifade, sağladığı bilgi zarûret seviyesine ulaşamayan tecrübeyi yüceltmek adına tabiat âlimlerince kullanılmaktadır.35 Imkân, vâki, vuküu zaruri, vukû bulmayan ve vuküu muhal şeklinde beşli bir düzen silsilesi ortaya koyan Mustafa Sabri, tecrübenin, sadece vâki ve vukû bulmayan kategorilerinde hüküm ifade edebileceğini, vukû bulmayan kategorisinde küllî bir tanımlamaya gidemeyeceğini, diğer üç kategori hakkında ise hüküm verecek kaynağın akıl olduğunu söyleyerek aklın tecrübeye karşı üstünlüğünü ortaya koymaya çalışır. 0, burada tecrübenin kendisini keşfedemediği bir mümkünü muhallik; çokça vâki olan bir şeyi, zarurilik ile nitelemenin yanlış bir tavır olacağını söyler. Buna göre aksi nâdir olmakla birlikte, ateşin yakması zarüret, yılanın asâya dönüşmesi muhal addedilemez.36
Aklın tecrübeye üstünlüğü bağlamında, kuvvetli ışığın göze, yüksek sesin işitmeye zarar vermesi ve kişinin güneşe baktıktan sonra önündeki varlığı görememesi örneğinden hareketle, kuvvetli şekilde algılanan bir şeyin o duyu organını ifsâd ettiği ve kuvvetli bir mahsüsun idrâkinin, daha sonraki zayıf bir mahsüsun idrâkini engellediğini söylemek mümkündür. Akıl için ise böyle bir durum söz konusu değildir. O, zorlu mâkülât meseleleri ve soyut düşüncelerle ilgilenirken zaafa düşmek şöyle dursun aksine bundan güçlenerek çıkar. Öte yandan duyular hataya düştüğünde onların hatasını düzeltme görevini de akıl yüklenir. Buna rağmen “ay”ı diğer yıldızlardan büyük görme, gemide ı'ken sahili de hareket halinde zannetme örneklerinde olduğu gibi, duyular hatasında ısrar da edebilmektedir.“ Bu durum, duyuların bilgi sağlama konusundaki za'üyetini göstermektedir. Akıl bu denli yüce olmakla birlikte tamamen kusursuz da değildir. O, mâkülât ve mahsüsatta doğruya ulaşabildiği gibi hataya da düşebilir. Ancak bilinmelidir ki hata, aklın Sâlim olmaması dolayısıyladır. Yoksa Sâlim akıl ve mantık bulunduktan sonra, his ve tecrübe ne kadar eksik olursa olsun, orada asla hata olmayacak iken, tecrübeden ne kadar istifade edilirse edilsin, akıl Sâlim olmadığında orada hata ihtimali her zaman mümkündür.44
Aklın mahsüsâta hasredilmesi düşüncesi de yanlıştır. Bu, his ile akıl arasındaki farkı ortadan kaldırır. Halbuki aklın alanı hissin sahasından daha geniştir ve akıl, mahsüsâtın ötesine de geçebilir. Öte yandan aklı mahsüsât alanına hapsetmek onu yokluğa mahkûm etmek demektir. Bu düşünce, gözün görmediği, elin dokunmadığı şeyi kabul etmeme, dolayısıyla da hissî alanda olmadıgı için Allah’ın varlığını akılla ortaya koyamama gibi bir sonucu beraberinde getirir ki böylesi bir sonuç bâtıldır.49 Hissin akla karşı tercih edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Aklın his ve tecrübeye dayanmak süretiyle güç kazanabileceği ifadesi dahi, aklı istihfâf anlamı taşır.” Akıl ve mantığı yanına alan bir düşünce en sağlam yolu tutmuştur.
Ona göre ilim-akıl ikilisi, Allah’ın insana verdiği en büyük nimet, hayır ve saadet kaynağı olup, akıl; şerrin en güçlü engelleyicisi ve insanın en önemli rehberi, ilim ise en kazançlı sermayedir.‘ Akıl ve ilim kadar insanın elini güçlendiren başka bir şey yoktur, bir mal veya silah insanın şerrine de vesile olabilirken ilim ve akıl böyle bir risk taşımaz. Akıllı bir kişinin elindeki mal veya silah hayra götürüp şerden alıkoyar. Bu anlamda akıl diğer güçleri kullanmada da en önemli kılavuz olmaktadır.78
38 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.