Keçi yavrusunun kanını içtiler; fakat gırtlakları çiğ eti yutamayacak kadar kurumuştu. Kısa boylu adam hayvanın yüreğini, plaka biçimindeki bir taşla deldi ve onu, törensel bir edayla güneşe doğru tuttu (...)
Kölelerden biri emekleyerek ayağı kalktı ve ağır ağır Titül'ün yanına yaklaştı.
"Hep koca bir aptaldın, İberyalı. Tanrın da senin gibi kölenin teki ve yatağına yatmayı bile beceremiyor."
Savaş... aynen insanların yağmura, güneşe ve günlerini yiye yiye tüketen şu obur dünyaya karşı verdiği gibi... Nefret... Aynen insanların karanlıktan ve soğuktan, acının deliciliğinden ve kıtlıktan ve ölümden ettiği gibi...
.. ve tüm köle ordusunun içi yeni, tuhaf bir duygunun heyecanıyla kıpır kıpır oluyordu; içlerinde hissettikleri artık çaresizlikten kaynaklı cesaret değil, gurur ve çılgıncasına bir umuttu.
Efendilerin yuvası, yeryüzünün en zengin şehri, tanrıların geceleri meydana çıkıp kapıları kapadığı ve savaş kılıçlarını bilediği kent! Trakya’nın üzerine amansızca yürüyen, köle elde etmek üzere fethedilen uzak denizlerin kıyılarından ayakları prangalı uzun siyah sıralar sürükleyip getiren, aman nedir, barış nedir, doğruluk nedir bilmeyen, acıyı ve merhameti diğer insanların hayatı sevdiği kadar seven şehir... güneşin pırıltıları altında yere çökmüş bir canavar... ROMA!
Denizlerin ürkütücü görkemiyle, efendilerin lejyonerleriyle yüz
yüze gelmişlerdi. Panik havası ilk kez dolaşıyordu safların arasında,
üzüm bağlarından, madenlerden, ambarlardan gelmiş
adamlar, karşılarında duran düşmana ağızları açık bakarlarken.
Ve sırtlarına inen kamçının bıçak gibi batan acısını ve bir efendinin
huzurundayken kölelerin başka tarafa çevrilen başlarını
hatırladılar. İşte o zaman, hoşnutlukla sarmaşan bir çaresizlik
içinde, kalmak ve savaşmak zorunda olduklarının farkına vardılar.
Bundan kaçış yoktu.
Bir ülkede kölelik de efendilik de ortadan kalkmadıkça, kadınların çocuklarını huzur içinde emzirdiği, erkeklerin tarlalarda sakin yüreklerle çalıştığı sağlam devlet olmaz.