İnsan ilişkileri öyledir ki, her zaman şu veya bu biçimde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak sömürülen veya sömüren biri olursunuz; en masum davranışlardan en iğrenç istismarlara kadar bu böyledir.
19.yy. Osmanlı devlet erkanının aklının başına geldiği bir dönem diyebiliriz. Artık Avrupa ile aralarındaki büyük farkı kabul edip bu farkı kapatmanın yollarını aramaya başladıkları bir çağ. Tabi bu inkılapların karşısında mevcut status quo’larını korumak isteyen bir grup da var ki bunların başında Yeniçeri Ocağı gelmekte.
Vakayi Hayriye sonrası
İnsan hiyerarşinin de denli alt basamaklarındaysa, kapasitesi ve eğitimi, geliri ve itibarı ne kadar düşükse, iftira atmakta o kadar gayretkeş ve çatal dilli oluyordu.
İktidarın veya servetin diğerlerinden biraz daha üste çıkardığı herkeste bu kibir, çevrelerine yönelik bu sürekli ve acımasız aşağılama nereden geliyordu?
Her insanın üç görünüşü olduğu söylenebilir: Birincisi, olmak istediği gibi, yani olma iddiasını taşıdığı ve kendini gösterdiği görünür; ikincisi, ötekilerin onu tasavvur ettiği gibi görünür; son olarak da gerçekte nasılsa öyle görünür.
Türklerde kibir, kas veya silah gibi gerçek bir güçtü, açıkça bir savaş aracı olarak kullanılıyordu; başkaları üzerinde baskı kurmanın, onları sömürmenin veya yok etmenin bir biçimiydi.