Bir psikiyatriste içini döken insanlar, bir papazla günah çıkarırken olduğundan daha rahat konuşuyorlardı, çünkü hekimler onlara cehennem ateşinden söz etmiyorlardı.
Böğürtlen Kışı.. Kitabı okumaya başladığım dönem, bu yılın Mart ayında yağan zamansız kar yağışıyla birlikte olmuştu. Bu detayı söylüyorum çünkü, "Böğürtlen Kışı" deyimi zamansız yağan kar yağışına denirmiş. İlginç bir tesadüftü benim için.
Böğürtlen Kışı, Sarah Jio ile tanışmamı sağlayan bir roman oldu. Jojo Moyes'un kitaplarını okuduysanız; Sarah Jio'nun kalemi de biraz onun tadında diyebilirim.
Okudukça, gelecek satırları heyecanla beklediğiniz; sonunu merak ettiren; akıcı, sade bir dille yazılmış bir kitap. Dinlenmek, kafanızı dağıtmak için okunmaya çok müsait.
Konuya değinecek olursam;
1933'lü yılların baharında, çok çetin geçen karlı bir günde, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan 3 yaşındaki bir çocuğun hikayesi ile başlıyor her şey.
Yıllar sonra yine mevsimlerden baharken ve zamansız yağan kar yağışı nedeniyle, akla 1933'lü yıllar geliyor bir gazeteci tarafından.
Tesadüf bu ya! O zamanlarda da neler olmuş diye araştırılmak isteniyor. Böylelikle rafa kaldırılmış eski olaylar, kaybolan çocuk.. Her şey gün yüzüne çıkıyor.
Farklı ve hüzünlü bir hikayeydi. Okumak isteyenlere tavsiye ederim.
"Seni daha bir haftadır tanıyorum, seni sevdiğimi söylemek için daha çok erken olabilir; ama herhalde yarına sağ çıkmayacağım için, o da çok geç olacak. Oysa insanların en büyük deliliği de bu, yani sevgi."
Evet, Veronika ölmek istiyor. Veronika hayatta her şeyi istediği gibi yaptığını, artık tekdüze bir yaşam sürmeye başladığını düşünüyor. Bu yüzden de intihar etmeye kalkıyor ama burada akıllara şu soru geliyor tabii ki de: İnsan tekdüze bir yaşam sürmeye başladığını fark ettiği anda bu hayattan sıkılmaya ya da intihara teşebbüs etmeye mi karar