Büyük Doğu anlayışına göre, sanatı üzerine düşünmeyen sanatkâr, kuyruğuna basınca bağıran bir hayvancıktan farksızdır; düşünüyor taklidi yapan da buna dahildir!..
Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı kendine
sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, halkın
hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan
toplumsal bilinçse, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal
enerjiyi biriktirir.
Sanatçının yaptığı, sadece, kendi dünya görüşünü dile getirme
denemesidir; insanlar dünyaya bir de sanatçının gözüyle baksınlar,
dünyayı bir de sanatçının duyguları , şüpheleri ve düşünceleriyle
öğrensinler diye.
Sovyetler Birliği'ndeki çalışmalarım sırasında, 'gerçeklerden uzak
olmak' ve kendimi halkın acil taleplerinden tecrit etmekle suçlandım.
Hayret verecek kadar yaygın bir görüştü bu. İtiraf etmeliyim ki,
bu suçlamaların asıl anlamını hiçbir zaman doğru dürüst kavrayamadım.
Genelde bir sanatçının veya başka bir insanın, yaşadığı toplumun,
kendi çağının dışına 'çıkabilmesi', kendisini doğduğu zaman
ve mekandan bağımsız kılabilmesi ulaşılmak istenen ideal bir durum
olarak kabul edilir. Öyle sanıyorum ki her insan, dolayısıyla her
sanatçı (çağdaş sanatçıların düşünsel ve estetik konumları arasında
farklılıklar olsa bile), ister istemez kendisini çevreleyen gerçeğin
meşru bir ürünüdür. Bir sanatçı bu gerçeği birilerinin hoşuna gitmeyen
bir tarzda da yansıtıyor olabilir. Ama bu, onun 'gerçeklerden
uzak' olmasını mı gerektirir? Şüphesiz, her insan kendi çağını dile
getirir ve onun geçerli yasalarını özümser, ister bu gerçeği benimsesin
isterse görmezden gelsin hiç fark etmez.
Çünkü tecrübeli ve gerçek bir sanatçıyı, bir acemi, bir amatör, bir deneyimsizden ayıran şudur: Sanatçı sahip olduğu birçok tecrübe sayesinde gerçek bir başarıyı elde etmeden
önce başarısızlığın da kaçınılmaz olduğunu çok iyi bilir, son ve en önemli fırsatı yakalamak için beklernesi ve sabretmesi gerektiğinin farkındadır.
Sanatçı ne bir din adamı ne de bir peygamberdir. Oynadıkları rol hem alçakgönüllüdür, hem de gözü yükseklerdedir. Bu, geleceği gören bilicinin rolüdür ya da öyle olmalıdır. Sanatçı, gözleri açıkken düş görür ve bu düşleri biçimlendirir. Hiçbir şeyi uydurmaz. Insanda zaten var olan tutkuları ve kusurları, özlemleri ve pişmanlıkları betimlemekle yetinir.
Genel olarak hayat tekamül etmeye devam etmektedir ve bu tekamülde en büyük rol, biz fikir üreten insanlara düşmektedir. Bu fikir üreten insanlar arasında en büyük nüfuza ise biz sanatçılar sahibiz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır. Akla hemen şu soru gelebilir: Ben ne biliyorum ve ne öğretebilirim? Bu kuramda açıklandığına göre bunun bilinmesine gerek yoktu. Sanatçı kendisi farkında olmadan öğretir.
"Bir sanatçı tüm dünyaları içinde taşır. Ve herkes gibi bu dünyanın hayatî bir parçasıdır. Yaratıcı olduğu için diğer insanlardan daha beter bulaşmıştır, senin dediğin dünyaya."
Shakespeare Hamlet'i yazdığından beri, tüm dünya olmak ya da olmamak arasında karar veremeyen o kararsız adamı tanımış oldu. Dostoyevski, Mişkin'i yazdığından beri tüm dünya o asil, sakar ama iyi yürekli, muhteşem, ahmak, hayat kurtaran adamı tanıyor. Božena Némcová'nın büyükannesinden beri akıllı, neşe saçan o köylü ruhlu yaşlı kadını tanıyoruz. Zola'nın Nana'sından beri Paris'in düşmüş kadınları arasında bir fahişe olmanın ne demek olduğunu biliyoruz. Tabii ki Shakespeare'den önce Hamlet, Dostoyevski'den önce Mişkin vardı ve dünya Galileo'dan önce de dönüyordu, Galvani'den önce de elektrik mevcuttu. Ama dünya bunu bilmiyordu; dünya elektriğin farkında değildi ve onsuz dönüyordu. Elektriğin üzerine kurulmamıştı ve böyle bir şeyin varlığını bilmiyordu. Tıpkı Shakespeare'den önce Hamlet'i, Puşkin'den önce Onegin'i bilmediği gibi. Sanatçının sahip olduğu şey şu: şahsına münhasır bir dünya görüşü. Bir şeyi ilk kez görme kabiliyeti, yepyeni bir şey görme.
Artist that strives to better themselves at their craft, but takes it to an obsessive level where they destroy themselves in their attempt to reach perfection.
"Ben hiçbir düke, hiçbir hükümdara hizmet etmem," dedi Leonardo, "hiçbir şehre, hiçbir ülkeye, hiçbir imparatorluğa da ait değilim. Ben yalnızca görme, kavrama, düzene sokma ve yaratma tutkusuna hizmet ederim ve sadece eserime aitim."
Sanat 18. yüzyıla kadar, kültür değerleri içinde çok alt bir yere sahip olmuştur. Sanat o döneme kadar, ayrıcalıklıların hayatının soylu bir süsünden ibaretti. Estetik zevk, bugün olduğu kadar güçlü bir şekilde hissedilmekteydi, fakat bu zevk genelde ya dinsel bir coşku ya da hoşça vakit geçirmeye yarayan üst düzeyden bir merak olarak yorumlanmaktaydı. Her zaman bir zanaatkâr sayılan sanatçı, alt düzeyden biri olarak kabul edilmekte, buna karşılık bilimle uğraşmak, para kazanma gibi dertleri olmayanların ayrıcalığı olarak görülmekteydi.