bu durum, belli dönemlerde dâhi konumuna gelen vasat oyuncuları ya da romancıları getiriyordu akla; bu sanatçılar ya çağdaşları arasında gerçek yeteneğin ne olduğunu gösterebilecek üstün bir sanatçı bulunmadığından yani diğer sanatçıların vasatlığından ötürü dâhi konumuna gelirler ya da olağanüstü bir şahsiyet mevcut olsa bile, onu anlaması mümkün olmayan izleyicilerin vasatlığından.
"Aldatıldığımız fikrini şüphe halinde, her gün inanılmaz dozlarda yutabiliriz; oysa aynı fikrin ufacık bir miktarı yürek parçalayıcı bir sözle kanımıza zerk edildiği takdirde ölümcül olabilir."
Albertine Kayıp) öncekilere göre kat kat daha derin ve etkileyici duygu aktarımlarının bulunduğu romanlar bence.
Mahpus'ta anlatım daha çok Proust'un Albertine'e olan yüceltilmiş aşkıydı.
Vücudumuz sadece bacaklar, kollar gibi uzuvlardan oluşsaydı, hayata tahammül etmek kolay olurdu. Ne yazık ki, içimizde kalp adını verdiğimiz o küçük organı da barındırırız.
Tek gerçek seyahat, yeni yerlere gitmek değil, başka gözlere sahip olmak, dünyayı bir başkasının, yüzlerce başka kişinin gözleriyle görmek, her birinin gördüğü, her birinin içerdiği yüzlerce dünyayı görmektir.
Vücudumuz sadece bacaklar, kollar gibi uzuvlardan oluşsaydı, hayata tahammül etmek kolay olurdu. Ne yazık ki, içimizde kalp adını verdiğimiz o küçük organı da barındırırız; kalbimiz, yakalandığı bazı hastalıklar sırasında, belirli bir kişinin hayatına ilişkin her şeye karşı son derece duyarlıdır; örneğin o kişinin bir yalanı kendimize veya başkalarına ait yalanların ortasında neşe içinde yaşadığımız ve hiçbir zararını göremediğimiz halde ne yazık ki bir ameliyatla aldırmadığımız bu küçücük kalbe dayanılmaz krizler yaşatır.
Şüphe, hayatımızın ortasına girdiği andan itibaren öyle güçlü bir inanma arzusuyla ve unutmak için onca sebeple rekabet etmek zorunda kalır ki, kısa sürede bu şüpheye alışır, sonunda da hiç ilgilenmeyiz.