Sevdiğimiz bir varlığın kaybedildiği haberi, demir bir yumruk olur, iner göğsümüze. İlk birkaç ay boyunca soluğumuz kesilir. Bu şok bizi bir adım geriletir. Bu dünyada değilizdir artık. Öylece bakakalırız. Ne kadar da yabancı bir dünyadır bu. En az saçma olanı çiçeklerdir. Her renkten çığlıklar gibidirler. Küçücük bir papatya bize kendini duyurmaya çabalamaktadır umutsuzca. Sözleri rengidir. Sen ölünce, çiçek müptelasına döndüm. Evimin her yerini çiçeklerle donatıyordum. Ölümünün beni içinden çekip çıkardığı bu dünya, karanlığın içinde kara bir bilye gibi ağır ağır dönüyordu ama çiçeklerin rengarenk arsızlığı, sarı, beyaz, kırmızı, mavi, pembe, bu tekdüze hiçliği yalanlıyordu. Manastırlarda rahibeler, seramik bir saksıdaki bir gül buketinin patlamaya hazır önemini iyi bilirler. Demir yumruk göğsümden kalktı. Yüzünü cama yapıştıran bir çocuk gibi geri döndüm bu dünyaya. Dünya, ölümü sevmez. Yaşamı da sevmez. Dünya sadece dünyayı seviyor; yaşamımdaki tüm yerini geri aldı böylece. Neredeyse. Yokluğunda çiçeklerin bana söylediklerini unutmuyorum. Çünkü sonunda onları duyabildim. Yaşam, bizim hayal ettiğimizden, ya da yaşadığımızdan, yaklaşık olarak yüz milyarlarca kez daha güzel. Pencereden, şu yabani asmayı görüyorum. Rengarenk esintiler katetmekte çayırı. Sonsuzluk yağmurunun ilk damlaları, çiçekler.