Yağmurun dindiğini ve etrafımızın sessizlikle, huzurla, derin ve gizemli bir mutlulukla çevrili olduğunu ancak o zaman fark ettim; ölüme oldukça yakın bir kusursuzluk hali olmalıydı bu.
İlk kez bomboş kalan bahçemizi, duvara sımsıkı tutunarak annemin anısını yaşatan yasemin sarmaşığını gördüm. Beline sırtını rahatlatsın diye bir minder koymuş halde sallanan sandalyesinde oturan babamı ve onun yağmurun labirentinde kaybolmuş, hüzünlü gözlerini gördüm. Dünyanın paslanmış ve yağlanmamış ekseninde dönerken çıkardığı kadim gıcırtıdan başka hiçbir şeyin duyulmadığı, müthiş bir sessizliğin hakim olduğu ağustos gecelerini hatırladım. İçimin aniden bunaltıcı bir kederle kaplandığını hissettim.
“Bu” korkunç fikir işte o zaman aklına düşmüştü. Ustura hareket edip de ikiz kardeşinin soluk ve dünyevi çehresi ortaya çıktıkça adam bu cesedin kendisinden çok farklı olmadığını, kendisiyle aynı kaynaktan doğduğunu, kendisinin bir tekrarı olduğunu hissetmeye başlamıştı. Aynadaki görüntüsünün ebeveynleri tarafından çekilip çıkarıldığını ve gördüğü şeyin ayna karşısında tıraş olan kendi yüzü olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Aptal bir çocuk gibi aynanın karşısına geçip ağzını yüzünü oynatmak tuhafına gitmişti. Yine de herkesin ayna karşısında benzer hareketlerde bulunduğunu düşündü ve kızgınlığı daha da arttı, çünkü herkes aptalsa kendisi de onlardan aşağı kalmıyordu.
Birbirine derinden bağlı bu iki ruha kafa yorduğu sırada olağanüstü, beklenmedik bir şeyin gerçekleşeceği içine doğdu. İki bedenin mekânsal ayrılığının hemen hiç belli olmadığını, ikisinin de tek bir bütünleşik ruhu paylaştığını düşündü.