Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak, vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Åkif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte, bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve
bitap yatıyor.
Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere
bakıyorum: Zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum:
- Özledin mi bizi üstat?
Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesile her şeyi söylemiş olurdu:
- Özlemek mi oğlum.. Özlemek mi?..
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu;
-Mısır'dan üç gecede geldim... Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü... Orada on bir yıl kaldım... Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım.
- Hasret...
Kupkuru dudaklarından kendi gibi solgun bir ses sızıyor:
-... Çok acı...
- Ya kavuşmanın sevinci?
- Onu sorma oğlum... Onu ben kendi kendime bile soramıyorum.
Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm, hiçbir şey göremedim.
Ve kendi kendine söylüyor:
- Cennet gibi yurdumdayım ya... Çok şükür.