Ve bugün hâlâ klasik etik öğretmek zahmetine katlanan birkaç üniversitede Aristo ve Platon'un izinden giden öğrenciler boyuna, antik Yunanistan'da hiç sorulmaya gerek duyulmamış bir sorunun çevresinde döner dururlar: "İyi nedir? Biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi'nin var olduğunu nereden bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu nasıl bileceğiz? Ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimsel olarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha ha ha."
Zen, sıkılma konusunda da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan "yalnızca oturma" dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek -Hinduların canlı canlı gömülme pratiği dışında elbette. Hiçbir şey yapmazsınız: Kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha sıkıcı ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen Budizmin öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam ortasında sizin görmediğiniz nedir? Sabırsızlık sıkılmaya yakındır, ama daima tek bir nedenden kaynaklanır: İşin süreceği zaman miktarını gerektiğinden az tahmin etmekten. Ne olup biteceğini hiçbir zaman gerçekten bilemezsiniz ve çok az iş, planlandığı gibi çabucak bitiverir. Sabırsızlık aksiliğe karşı ilk tepkidir ve dikkatli olmazsanız hemen öfkeye dönüşür. Sabırsızlığın en iyi çözümü, yapılacak iş için, özellikle de bilmediğiniz teknikler gerektiren yeni işler için sınırsız bir zaman koymak; durumlar zaman planlamasını zorladığında ise ayrılan süreyi iki katına çıkarmak ve yapmak istediğiniz şeyleri azaltmaktır. Genel hedeflerin önemi ufaltılmalı, ivedi hedeflerinki ise artırılmalıdır. Bu, değerlerde esnek olmayı gerektirir ve değerlerde bir kayma bir parça girişkenlik kaybını da birlikte getirir, ama bu gerekli bir özveridir. Sabırsızlık sonucu ortaya çıkacak büyük bir hatanın yol açacağı girişkenlik kaybının yanında bu hiçbir şey değildir.
Berber yine kulağına eğildi; “Yoksulların da bir tanrısı var!” diye bağırdı, "Yalınayak gezen, açlık çeken, zen ginlerin kapısına kırmızı haç işareti koyan bir tanrı. Senin kapına da kırmızı işaret koyacak, öyle değil mi Hacı?” İhtiyar yeniden titremeye koyuldu; konuşmak istiyor ama dili dönmüyordu.
Stilyanos ona acıdı. “Bırak zavallı adamı," dedi. “Yüreğine inecek.” Ama Mandras Baba haykırdı; “Nedir seni bize böyle saldırmaya iten? Öğretmen mi? Sakın kızıl papaz Peder Yannaros olmasın?” Gözleri yaşaran Berber, “Ne Öğretmen ne de Peder Yannaros,” diye karşılık verdi. “Önceki gün açlıktan ölürken gördüğüm üç yaşlarındaki bir çocuk.”
Hayat bir akıştır. Hiçbir şeyi durduramazsınız. Öyleyse bir şeyden korkmanın manası nedir? Sadece anınızı yaşayın ve tadını çıkarabilecek ne var ise çıkarın. Korkularınız, tam anlamıyla yaşamanıza izin vermez, sizi geriye çeker. Hayatı, tutkularınızı yoğunluğuyla yaşamanıza izin vermez, sizi böler. Bir kadını seversiniz ama yarım yamalak seversiniz çünkü korkularınız vardır. Aşkın sizi nereye götüreceğini nereden bilebilirsiniz ki? Böyle devamlı yarım yamalak, bölünmüş, parçalanmış olduğunuz sürece aşkın verebileceği gerçek neşeyi algılayamazsınız. Korkunun size bir faydası olmadığını görün.