Tarihin dört bir yanına yapay bellek makineleri saçılmış durumdadır. İnsanlar bütün bilgileri, tamamen hatırlamayı sağlayacak bir şekilde içinde tutacak bir tiyatro, bir saray veya bir makine inşa edilebileceği fikrinin cazibesine her zaman kapılmışlar. O zaman mutlak bilgiye sahip olmak için tek yapmamız gereken tiyatroya veya makineye girip oradaki her şeyi belleğe geçirmek olacaktı. Arada olup biten onca şeyden sonra bunu söylemek artık kolay tabii.
Yates hatırlama-tekniği (mnemotechnic) sistemlerinin geliştirilmesi üzerinden Batı'nın bir karşı-tarihinin yazılabileceğini göstermeye çalışır; bu sistemlerin metinsel temeli hiç değilse, Sokrates'in Phaidros'ta yazıyı yapay, dışsal bir bellek biçimi olarak görerek yermesine atfedilebilir. Bu fikir, tavan çöktüğü sırada yüksek sesle bir şiir okumakta olan antik dönem Yunan şairi Simonides'le başlar. Herkes ezilip öldüğü halde o bir şekilde kaçar. Çöken tavanın ağırlığıyla kurbanların cesetleri tanınmaz hale gelmiş olsa da, Simonides bütün konukların tam nerede oturduklarıni hatırlayabilmektedir. Belleğin yer ve mevki ile ilişkilendirilmesiyle birlikte, bir bellek evi, bellek sarayı veya bellek tiyatrosu fikri doğmuştur. Konuşmanın zamanı loci'nin, topoi'nin mekânsal olarak hatırlanmasıyla tam olarak öğrenilebilmektedir. İnsan kendi belleği içinde adeta bir binanın, daha doğrusu bir mağazanın içindeymiş gibi gezinebilecek, oradaki nesneleri inceleyecektir. Bir retorik öğretmeni olarak yetiştirilen Aziz Augustinus, Tanrı'yı bellekte arayacak kadar ileri gitmiş, ama onun bulunabileceği "hiçbir yer" olmadığını anlamıştır.