Bir yanda iki yaşında akut premiyeloktik lösemi teşhisi konulan Kate diğer tarafta Kate'nin organ bağışçısı olmak üzere programlanan ve yalnızca Kate'nin kurtulabilmesi için dünyaya getirilmiş olan Anna. Bir yanda ise kardeşinin hastalığı sebebiyle ilgiden, sevgiden uzak yaşamış; dikkati üzerine toplayabilmek adına suçlara bulaşan Jesse. Anna, 13 yaşına kadar sayısız ameliyat, nakil, operasyon geçirmişken fiziksel, bedensel hakları konusunda kararı hep ailesi vermiştir. Ancak öykü, Anna'nın ailesine dava açmasıyla başlar. Artık kendi haklarına sahip olmayı, kardeşi için var olmamayı, kendi benliğiyle yaşamayı ister. Bu sırada yardımını istediği avukatı Campbell ve varisi olarak atanan Julia ile birtakım sorgulamalar yapacaktır. Sonunda hiç beklenilmeyen bir gerçekle karşılaşılacaktır. Olayların göründüğünden çok farklı olması koskoca bir fedakarlık örneğini ortaya koyacaktır.
Okumaya değer, akıcı, tıp ile ilgili terimlerin yoğunlukta olduğu hoş bir kitap.
Kimi zaman birini sevdiğini düşünür insan. Onu neden sevdiğini bir başkasına anlatabilir. Sözcüklerle, uzun cümlelerle, yaşanmış hatıralarla, örnekler vererek...
Bazen birini sevdiğine kendini inandırır. Onu sevmek için, daha çok sevebilmek için bir şeyler yapar ya da bir şeyler bekler.
Ama bazen birini delice sevdiğinizi bilirsiniz. Hissedersiniz... Bunun için hiçbir neden olmasa da sizin dışınızda bir güçle ona doğru çekilirsiniz. Yerçekimi gibi doğal, kendiliğinden... İsteseniz de engel olunamayan bir şey...
Seni bırakamam ama eğer beni gönderen sen olursan o zaman gitmek zorunda kalırım. Beni gönderecek misin? ( Bunları sana söylerken asla gururlu değilim, tam tersine bende tüm bunların dışında kötü bir duygu var. Ben, seni kaybetmekten korkuyorum ve bu nedenle yazıyorum. Seni kaybetmek korkusu bana çok şey yaptırabilir. Bu güne kadar kaç çeşit korku gördün? Ya böylesini? )
Uzak bir adaya gitsek, herkesle yeniden tanışsak, akşamları, sabahları başkasının koyduğu düzene göre değil, kendi istediğimiz gibi yaşasak... Nereye kadar olursa... Ne kadar olursa...
Bir film kadar kısa bile olsa ne çıkar? Biz onun içine her şeyi sığdıramaz mıyız? Bütün o sıkıcı konuşmaların, toplantıların, boşa geçen saatlerin, katlanmaların, dilinin ucuna gelenleri söylemekten vazgeçmekle geçen günlerin, sevmediğin insanlara seviyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın görüşmelerin, yastığa başını koyduğunda bütün bir ömrün böylesine renksiz yaşamak için mi verildiğini düşünüp kendine acıdığın gecelerin yerine her anını sonradan nasıl hatırlayacağımızı düşünüp saklamak isteyeceğimiz bir hayat kuramaz mıyız?
Bilmem ki nedendir. Tek bildiğim şu: Bu dünyada pek çok insan başkalarının sefaletinden beslenir. Düşenin belini doğrultup toparlanmasını istemez, yeryüzünden bir sefil eksilse rahatsız olur.
Yorgun değil tedirginsin, tehlikelerle dolu bu dünyada tek bir adım bile atmaya korkuyorsun ve yine bu nedenle iki ayağını aynı anda yere basamıyorsun..
Şu fani dünyada rüzgar çabuk yön değiştirir. Hüznü de neşeyi de, zaferi de yenilgiyi de, hiçbir şeyi kalıcı sanma. Bir de bakmışsın galip güçten düşmüş, zayıf palazlanmış. Allah'ın görünmeyen sureti dışında her şey her an değişime tabidir.