Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Onur Göztepe

Onur Göztepe
@onurgoztepe
yatırım tavsiyesi değilimdir
Ankara
542 okur puanı
Mayıs 2015 tarihinde katıldı
yaşama görevi, kişinin kendisi olma, potansiyel olarak olduğu bireye dönüşme göreviyle aynıdır. özetlemek gerekirse, hümanist etikte iyi olan, yaşamın onaylanması, insanın güçlerinin ortaya çıkmasıdır. erdem, kendi varlığına karşı sorumluluktur. kötülük insanın gücünün sakatlanmasıdır; ahlaksızlık kendine karşı sorumsuzluktur ---------------------------------------------------------------- the duty to be alive is the same as the duty to become oneself, to develop into the individual one potentially is. to sum up, good in humanistic ethics is the affirmation of life, the unfolding of man's powers. virtue is responsibility towards his own existence. evil constitutes the crippling of man’s power; vice is irresponsibility towards himself.
Reklam
Oysa biliyoruz ki bir filmi "görmek gerekir"... Başka bir deyişle, bir filme gidip, para verip "seyretmek" yeterli değildir... Gerçekten onu tüm evsafıyla "görmek" gerekir... Ve ne zaman ki bir film "anlatılabilir" olmaktan çıkar, asla "aktarılamaz" hale gelir, o zaman film bir gerçektir, dilsel sanallığından kurtulmuştur.
Sayfa 25
Descartes "düşünüyorum" diye haykırarak modern felsefeyi başlatmış olan kişidir. Kuşku duyuyorum - varolduğumdan bile... ama kuşku duyduğumdan kuşku duyamam... o halde düşünüyorum... demek ki varım... o halde ben düşünen... bir şeyim... Kant daha akıllıydı... dedi ki her şey tamam ama "ben düşünen bir şeyim" sonucuna öyle kolay kolay varamazsın. Düşünmek demek her şeyi kavramda ta baştan içermek değildir. Düşünmek demek onu mekanda zamanda realize etmek demektir. Başka bir deyişle Napolyon hukukunda ya da Avrupa sisteminde realize olmamış bir Fransız Devrimi fikriyatı (Voltaire, Rousseau ve genel olarak Aydınlanma) beş para etmez. Kant'tan beri modern dünya düşünceyi ancak mekanda-zamanda gerçekleşmesi bakımından değerlendiriyor. Bugün bir "fikir"den bahsettiğimizde onun imajını da talep ediyoruz - zamanda ve mekanda. Kurumlaşmamış fikirler bugünkü dünya için bir hiçtirler
Sayfa 21

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
sinesinde barındırdığı bölünme ve çelişkilerdir bir yaşamı zenginlikle donatan, gelişip serpilmesini sağlayan. esrikliğin ne olduğunu bilmedikten sonra mantıkmış, aklı başındalıkmış ne anlam taşırdı? 'ölüm' arkasında dikilmese tek başına duyularca sağlanan hazzın ne değeri olurdu? karşı cinsler arasındaki ezeli düşmanlık olmasa, sevginin yüzüne kim bakardı?
Dediğiniz gibi ölüme çok yakın olsaydık hayat gözümüze birdenbire harikulade görünürdü herhalde. Düşünün, o -kendi yaşamımız- bizden neleri esirgiyor; projeler, yolculuklar, aşk ilişkileri, yapacağımız çalışmalar, hepsi gelecek günlerden emin olmanın verdiği tembellikle bulanıklaşıyor, sürekli erteleniyor. Ama bunların hiçbirini bir daha asla yapamayacak olsak, her şey ne kadar güzel olurdu! Ah! Şu felaket bir gelmese, ilk işimiz Louvreün yeni galerilerini görmek, Bayan X'in ayaklarına kapanmak, Hindistan 'a bir yolculuk yapmak olacak. Felaket gelmez ve biz bu planları asla gerçekleştirmeyiz, çünkü yeniden günlük yaşamın tam ortasında buluruz, kendimizi. Kayıtsızlığımız arzularımızı öldürür. Aslında bugünü yaşamayı sevmek için felaket haberlerine gereksinim duymamalıyız, insan olduğumuzu ve ölümle her an yüzyüze olduğumuzu bilmek yeterli olmalı bunu becermek için.
Reklam
Umutsuz olmamız için pek çok neden var: Bedenlerimizin kırılganlığı, aşkın kaypaklığı, toplumsal yaşamın sahtelikleri, dostluklarda verilen ödünler, kişiyi yavaş yavaş öldüren alışkanlıklar. İnsanlara musallat olan bu belalar dikkate alındığında doğal olarak şunu varsayabiliriz: Bizler hiçbir şeye, kendi yokoluş anımıza baktığımız kadar kesin gözüyle bakmayacağız.
Benliğimizin nasıl çözülmekte olduğuna dair başka bir örneği mizah ve gülmek olgularını düşünerek görebiliriz. Genel olarak, bireylerin espri anlayışının benlik anlayışı ile ne kadar ilgili olduğu pek anlaşılmış bir gerçek değildir. Mizah anlayışının temel görevi benlik duygusunu muhafaza etmektir. Onun sayesinde salt insanlara mahsus bir yetenekle en zor durumlarda bile kendimizi ayakta tutabiliriz. Mizah, kendimizle problemlerimiz arasına bir mesafe koymanın ve sorunlara dışarıdan belli bir perspektifle, bakmanın en sağlıklı yoludur. Panik esnasında birey gülemez, çünkü kendiyle dış dünya arasındaki ayrımı yitirmiştir. Dolayı'sıyla gülebildiğimiz müddetçe endişe ve korkunun egemenliğinden kurtuluruz -nitekim halk arasında tehlike anında bile gülebilenlerin gerçekten cesur olduğu inancı yaygındır. Psikolojik rahatsızlıkları olanlarda bile, hasta gerçek bir mizah anlayışını kaybetmediği sürece- başka bir deyişle güldükten sonra kendine bakıp, " Ne kadar çılgınım ben!" diyebildiği müddetçe benlik olgusunu yitirmemiş demektir. Psikolojik problemlerimizi -nörotik olsun ya da olmasın- anlamaya çalıştığımızda, ilk tepkimiz genellikle ufak bir gülümsemedir. Gülmemize neden olan şey, objektif bir dünya içinde tepkiler veren sübjektif bir varlık olduğumuzu algılamamızdır.
Eline kağıtla kalemi geçiren herkes, insan doğasının ne kadar basit bir mekanizma olduğunu yazmaya koyuldu. Bertrand Russell'm 1920'lerde yazdıklarına bakılırsa (ki bence bugün yaşıyor olsaydı çok farklı düşünürdü, eminim) insanlara arzuladıkları her türlü duyguyu vücutlarına kimyasal maddeler enjekte etmek suretiyle tattırmak olasıydı. Aldous Huxley'in ünlü kitabı "Cesur Yeni Dünya"da, bas-düğmeye-olsun türü psikoloji anlayışıyla nasıl dalga geçtiğini gözlemliyoruz. 1920'li yıllar insanin gücüne çok güven duyulduğu bir dönem gibi görünse de aslında durum bunun tam tersiydi: makinelere ve onları işletecek tekniklere güven duyuluyordu, insanlara değil. Bireyler kendilerini yüzeysel ve mekanik bir varlık olarak görmeye başlayınca başta insanlık onurları ve bireysel özgürlükleri olmak üzere pek çok olumlu değerlerini yitirdiler.
Kendini gereğinden fazla kaptırmadan doğaya bağlanmak son derece güçlü bir karakter gerektirir. Doğanın sessizliğini ve cansızmış gibi görünen karakterini algılamaya çalışmak potansiyel bir tehlikeyi de içinde taşır. Kayalık bir tepenin üzerinden korkunç dalgalarla kabarmakta olan bir denizi izlediğinizi hayal edin. Denizin kimseye karşı acıması olmadığını ya da deniz için kimsenin bir diğerinden farkı olmadığını düşünüyorsanız eğer, kendi hayatınızın da saniyenin onda biri kadar bir zamanda bu okyanusta yitip gidebileceğini de fark edersiniz ve bu korkutucudur. Veya önünüzde uzanan ve heybeti karşısında çok etkilendiğiniz sıradağları canlandırın kafanızda. Yüksek yamaçları ve aşılmaz gözüken tepeleri karşısında hayranlığınızı gizleyemediğiniz bu dağlar aslında "kimsenin dostu olmadığı gibi insanlara asla yapamayacağı bir şey için söz vermemiştir." Bu uzun granit duvarın herhangi bir yamacından aşağı yuvarlansanız, yok oluşunuz dağ için bir şey ifade etmeyecektir ve siz de bunu pekala bilirsiniz. Yine korktunuz. Cansız gibi görünen doğayla bu denli yakın yüzleştiğinizde duyduğunuz korku, "hiçlik" ve "var olmama" korkusudur. "Sen topraksın ve yine toprağa döneceksin." Ne kadar boş bir teselli, öyle değil mi?
İhsan olarak hepimizin kökleri doğaya dayanır. Örneğin bedenlerimizin kimyası temelde havanın ve toprağınkiyle aynıdır. Bunun dışında gerek günlerin, gerekse mevsimlerin oluşumundaki ritim aynı zamanda vücutlarımızın ritmidir. Yemek ve uyku düzenimiz, cinsel arzularımız ve genel ruh halimiz hep doğanın kalp atışlarından hızını alır. Proteus denizdeki devinimin bireyleştirilmiş biçimidir çünkü değişim (ruh halimizin değişkenliği, adaptasyon mekanizmamız, çeşitliliğimiz) denizin ve bizim ortak olarak paylaştığımız bir şeydir. Bu anlamda, doğayla bütünleşmek demek köklerimizi ait oldukları yere -toprağa- geri koymamız demektir.
Reklam
Fransız burjuvazisinin içinde hapsolduğu mekanikleşmiş ticari ve endüstriyel döngünün de tek kaçamağı burunlarının dibinde onları bekleyen bohem hayat tarzının sunduklarıydı. Boşlukta yaşayan bireyler hayatın monotonluğuna ancak nadiren yapabildikleri çılgınlıklarla katlanabilirler ya da en azından başkalarının çılgınlıklarında kendilerini bulurlar.
"Böylesine parçalanmış bir dünyada ben nasıl iç bütünlüğümü sağlayabilirim?" "Hiçbir şeyin belirli olmadığı bir zamanda kalıcı bir benlik bilinci oluşturmanın imkanı var mı?"
Bugün hiçbir şeyin yanıtı yok. Tanrı öldü mü, yaşıyor mu? Toplum mu önce gelir, birey mi? Evlilik kurumu, dinsel kurumlar, devlet kurumlan yararlı mı zararlı mı? Meksikalı bir göçmenin ailesine dediği gibi, "Amerikalılar gerçekten iyi insanlar ama bir konuda çok hassaslar. Onlara asla birer 'ceset' olduklarını hissettirmeyeceksin." Sırf Amerikalılar mı ceset? Modern insan duygularını göstermemeyi güçlü olmak sanıyor. Yaşamın her alanında kukla gibi yönetiliyor. Ölü gibi yaşıyor. Ama yönettiğini ve yaşadığını sanıyor. Yeni dünyanın "cesur" içi boş insanı uygarlığı teknolojik gelişmeyle tarif ediyor. Geliştirdiği robotlar kadar kendisini robotlaştırdığının farkında olmadan. Aklı baş tacı eden insan, yüreğinden, ruhundan uzaklaşıyor. Bu uzaklaşma bireyi kendinden koparıyor, sağlığından ediyor. İnsanlarla sıcak ilişki kurabilme kapasitesini, yakınlaşma yeteneğini köreltiyor. Ve her türlü teknolojik oyuncaklarla donanmış insan "kozmik yalnızlık" çekiyor. Günümüz modern insanı toplu şizofreni, toplu nevroz yaşıyor. Bu nevrozun ürettiği endişe duygusunu da, ilaçlarla, uyuşturucularla, alkolle, TV ile, sahte ilişkilerle uyutmaya ve avutmaya çalışıyor. Daha fazla şeylere sahip olursa endişeden kurtulacağını sanıyor. Ama içindeki boşluğu bir türlü dolduramıyor, dolduramıyor. Kendini tekrar ederek, bu kez farklı sonuç alacağı yanılsamasından bir türlü kurtulamıyor. Modern insan mutsuz, doyumsuz ve korku dolu. Kendine yabancılaşmış, yalnız ve endişe dolu.
Münzevi, bölünmemiş küllî âlemlerin tadına varmak için zerreler âlemini terk eden kimsedir.
Onlar bizim önümüze altın ve gümüşten oluşan zenginliklerini sererler, bizse onların önüne kalplerimizi ve ruhlarımızı sereriz. Buna rağmen onlar, hâlâ kendilerini ev sahibi, bizi ise misafir sayarlar.
144 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.