Robert Burton Anatomy of Melancholy adlı eserinde, “melankoli hakkında yazarak melankoliden kaçınmak için kendimi meşgul ediyorum,” der. Ben de nostalji konusunda aynısını yapmaya çalıştım. Yirminci yüzyıldan sağ çıkmayı başarmış insanlar olarak hepimiz nostaljik olmadığımız bir döneme nostalji duyuyoruz. Ama görünen o ki geri dönüş yok.
Son Eve Dönüş
Oraya, hiç gitmediğim yere
geri döndüm
Eskiden nasıl değilse şimdi de aynı her şey.
Masada (kareli masa örtüsünün
üzerine) hiç doldurmamış
bardağı yine yarı
dolu buldum. Her şey
asla bırakmadığım gibi
aynı kalmıştı
Sizler tanık olun görevimi yaptığıma
Yetkin bir kimyacı gibi, kutsal bir ruh gibi,
Her şeyin özünü çıkardım çünkü,
Sen çamurumu verdin, ben altın'a çevirdim onu.
Gönlüm rahat, çıktım dağın tepesine,
Hastane, hapishane, kerhane, araf, cehennem,
Kent görünüyor tüm genişliğince,
Çiçekler gibi açar tüm aykırılıkları.
Boşuna gözyaşı dökmeye gitmezdim oraya,
Sen de bilirsin, ey Şeytan, kırık umutlarımın anası.
Nostaljinin birey psikolojisinin ötesine geçtiğini fark ettim. İlk bakışta, nostalji bir mekân özlemidir, ama aslında farklı bir zamana (çocukluk zamanımıza, rüyalarımızın yavaş ritimlerine) duyulan hasrettir. Daha geniş anlamda, nostalji, modern zaman fikrine, tarih ve ilerlemenin zamanına karşı bir isyandır. Nostaljik kışıler tarihi silmek ve özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürmek, zamanı mekân gibi yeniden ziyaret etmek isterler, insanlığın başına bela olan zamanın geri çevrilemezliğine boyun eğmeyi reddederler.
Nerede bu zincire vurulmuş prangalanmış feryat?
Nerede Prometheus, kayanın payandası ve dayanağı?
Ya çaylak nerede ve sarı gözlü pençe yarası
Kaşının altından uçup giden?
Geri gelmez artık: tragedyaların dönüşü olmaz,
Ama bu konuşkan dudaklar bize özünü getirecek
Yük taşıyıcı Aiskhylos'un ve marangoz Sofokles'in
Yankı ve selamlama o; değirmen taşı, hayır, karasaban.
Büyüyen zamanımızın taş ve havadan yapılmış tiyatrosu
hayat belki
bir kadının her gün filesiyle geçtiği uzun bir caddedir
hayat belki
bir adamın kendini dala astığı iptir
hayat belki
okuldan dönen bir çocuktur
hayat belki
iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır
ya da
yoldan geçen birine
şapkasını kaldırarak anlamsız bir gülümseyişle
"günaydın" diyen adamın
şaşkınca karşıya geçişidir
Bu yüzden kök salmış olanın Odysseus değil, yatağı yaptığı ağaç olduğunu anlamayı seçiyorum. Odysseus gerçekten de polytropos biridir, birden fazla hilesi, birden fazla yönü vardır: "Eve" dönmek (oikade) ister, evet, ama o anda adasını tanıyamaz; adası kaygı vericidir, aşinalığında rahatsız edici bir yabancılık vardır; hemen oradan ayrılır, dünyanın ucundaki başka bir yere gider.
Bu yüzden bir yolculuktan çıkarılacak ders olarak, "orada" kalamayacağımızı yanı asla "orada" evimizde olmadığımızı anlamayı seçiyorum. Kök beslemek yerine başka yeri, kendini kapatmayan, "farklı" benzerler içeren (bizim gibi olmayan bizim gibi) bir dünya beslemeyi tercih ederim.
Öyleyse insan ne zaman evindedir? Yakınları, dili ve dilleriyle birlikte kabul edildiği zaman.
Bu yeni bir çeşit anlayıştan ders alarak sırtımızda kürek yeniden yola çıkarız.
Sürgünün çağdaş insanlık durumumuzun bir modeli ve hepimizin birer sürgün olduğunu söylemek gerçekten öyle olmadığımız zaman daha kolaydır.
“Toplum ayrımcılığın insanları kan dökmeden öldürebilen sosyal bir silah olduğunu keşfetti; çünkü pasaportlar veya doğum belgeleri ve hatta bazen vergi beyannameleri bile artık resmi belgeler değil, toplumsal ayrımcılığın kıstaslarıdır.”