En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
insanlar kainatın sahibi olmak üzere yaratildikları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Mesela, benim cocuklugumun gectigi Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Basta padisahin asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayilan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmisti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını benim yaşımda olan herkes bilir.
Sonra, sanki bir saatte yelkovan, akrep, zemberek, pandül, mil hakikaten yokmuş ve hakikaten zaman dediğimiz şey, saat, dakika, saniye ve sâliseye ayrılmazmış gibi bu şube müdürlüklerinin adlarıyla alay ettiler.
Lüzumsuz hiçbir şeyin peşinde koşmadım. Hiçbir ihtirasın peşinde beyhude yere emek sarf etmedim. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hatta yirmincisi olmak istemedim.
“Kendimi hayata yeniden başlamış sanıyordum. Ve bu hisle dünyanın en muntazam insanı gibi yaşıyordum. İçimde müthiş bir gayret uyanmıştı. Dağlar devirmek istiyordum.
”