Yine de yeni yetişen bazı gençler, Müslümanlıktan din olarak değil de,siyasal bir güç olarak uzaklaşmaya başlamışlardı. Onun yerine dine kıyasla ırka öncelik tanıyan ,Türkleri ilk olarak Türk diye niteleyen yeni bir milliyetçilik kavramı doğmaktaydı. Bu zamana kadar Türk adı ,Türkler arasında bile ancak Anadolu köylüsünün en aşağı tabakası için kullanılabilecek küçültücü bir sözdü. Yıllar sonra, Mustafa Kemal’in bir vecize olarak ortaya attığı bir yurtseverlik sözünde Bile bilinçli bir kinaye vardı: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Ama artık Türk adı yeni ve daha soylu bir anlam kazanmaktaydı. Taze kökler arayan Jön Türkler, ırklarının Orta Asya steplerindeki geçmişine uzanmaya başlamışlardı. Burada Türkler, Osmanlı ve Müslüman olmadan önce, yalnızca Türk olarak yaşamışlardı. Yeni bir geleceğin kurulması için gerekli olan ortak sosyal ve kültürel kökler herhalde burada bulunabilirdi.
“En korkunç sömürgecilik,
en korkunç sömürge olma beyinlerin, zihinlerin, gönüllerin sömürge olmasıdır.
Çünkü maddî kaynak, hatta topraklar geri alınabilir,
ama gönüller, beyinler gittikten sonra o ülkeler ilelebet sömürge olurlar.”
Mustafa Kemal, milletin gerçek düşmanının, sadece yabancılar olmadığını artık anlıyordu. Türklerin, bütün saldırganlıklarına rağmen yabancılardan öğrenecekleri bir şeyler vardı. Gerçek düşman kendi aralarındaydı: Onları, başka milletlerin yürüdüğü ışıklı yoldan alıkoyan, gelişmeleri önleyen, baskı altında tutan softalık ve yobazlık, Mustafa Kemal’in görüşüne göre Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayanların cennetin bütün nimetlerinden yararlandıkları, Müslümanların ise cehennem azabı çekmeye zorlandıkları bir yerdi.