Kadınlar nasıl oluyor da kollarınızın arasındayken bile sizden uzaklaşabiliyor, yok olabiliyor ve geride bir dağın yüzü gibi ulaşılmaz bir beden kalabiliyor?
Onların yaptıkları her şey ile Tanrı arasında bir bağlantı vardı. Temizlikleri, sağlıkları, harika düzenleri, ülkelerinin huzurlu güzelliği, çocukların mutluluğu, en önemlisi de sürekli kat ettikleri gelişmeler... İşte bunlar onların diniydi.
"Geçmişe hiç saygınız yok mu? Ata annelerinizin düşündüklerine ya da inandıklarına?"
"Elbette hayır," dedi. "Neden olsun ki? Onlar çoktan gitti. Ayrıca bizim bildiğimizden daha az şey biliyorlardı. Eğer geçmişimizin ötesine geçememişsek ona layık değilizdir; ve bizleri geçmesi gereken çocuklarımıza da layık olamayız."
"Ya hayatlarının anlamını bulamayanlar?" diye söze girmişti Kızılderili. "Onlar ne olacak?"
"Onlar da, göğüslerinde bir et parçasıyla, canlı canlı çürüyecekler ve buna da, yaşamak demeye devam edecekler!"
O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Bir zamanlar, birinin yazdığı gibi...
Sırrını kimseye söylemezdi.
Çünkü Derda'nın en büyük sırrı, hayatta yapayalnız kalmış olduğuydu. Bu öyle bir sırdı ki, uğruna annesini doğramış ve gömmüştü. Oysa yürüyüşünden bile belli oluyordu. Ellerini cebine sokuşundan. Boynunu bükmesinden. Her adımda yere sürten ayaklarından. Yetişecek hiçbir yeri yokmuş gibi yavaşlamasından.
Bazen de, her şeye geç kalmış gibi hızlanmasından.
Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı.
İsa çevresindeki mezarlara baktı ve iyi ki ölüyorlar, dedi içinden. İnsanoğlunun, hak ettiği için öldüğüne o gün inandı.