Depremin verdiği hislerin etkisinden aylarca çıkamayacağız belki. Öfke duymak, kaygılanmak, korkmak, vicdan azabı duymak, eleştirmek, suçlamak, elle tutulur bir sebep aramak ve daha onlarcasını aynı anda yaşıyoruz. Hâlâ geceleri defalarca sıçrıyorum ben de yataktan, evime dönmeye mecalim yok. Nurdağı'nı ziyaret ettiğimiz gün tek başıma yürüyebildiğim kadar yürüdüm o enkaza dönen sokakları. "Allah'ım, sanırım hayat asla eskisi gibi olmayacak!" diye düşündüm. Öyle donuktum ki ağlayamadım bile. Yıkılan duvarlardan sarkan yataklar, uçuşan perdeler, şehrin göğünde yükselen dumanlar... Film sahnelerinden farksız bir manzaraydı. Sonra çocukları gördüm. Askerlerle, vakıf gönüllüleriyle, yardıma koşanlarla oyun oynuyor, gülüyorlardı. Kadınları gördüm. Çadırlarını hemen bir yuvaya dönüştürmüş, yaşama sıkıca yapışmışlardı. Hayat, ben buradayım diyordu sanki. Müthiş bir yardımlaşma vardı. İşte o zaman, kendimi tutamadım. Orada fark ettim, insan olmanın beton binalarla veya eşyalarla sınırlandırılamayacağını. Allah öyle bir imtihan ederdi ki hayat sıfırlanır, baştan inşâ edilmeyi beklerdi. Anladım ki ihtiyacımız olan şey aslında çok basitti. Umut dağıtmalıydık. Biz klavye başında acıyı ve öfkeyi körükleyip birbirimizi ayıplarken birileri orada yaraları gülerek sarıyordu. Umut dağıtıyordu. Sürekli acıyı konuşarak umutları söndürmeye hakkımız yokmuş aslında, onu anladım. Çocuklar... Yine onlar öğretti bize yolu yordamı.
-Alıntı