Ama beni böylece kesip atmamalıydın.Sanki bu hiç yaşanmamış gibi yapmak.Ve hiçbir şeymişiz gibi davranmak zorunda değilsin.Ve senin aşkına bile muhtaç değilim.Ama bana bir yabancı gibi davranıyorsun.Ve bu çok kötü hissettiriyor.
Tam da akşam üzeri gidiyorsun alıp aklımın aydınlığını batan günle birlikte, ince hüzünler içinde alacakaranlığını eliyorsun yüreğime susan göğün. Gölgelerin uzanıp uzanıp korkular içinde yalnızlığı öptüğü bu öksüz saatlerde; tam da özenle kurup sakladığım o en güzel sözü söyleyecekken gidiyorsun. Yaşanmış ve yaşanmamış ne varsa sana ilişkin, dünya kadar bir yumruk olup oturuyor boğazıma. Sıcakla soğuğun aykırı yol ağzında; hevesle düş kırıklığının, bekleyişle bitişin birbirini yediği karmakarışık duygular içinde kaskatı kalıyorum. Işıkları yanıyor bir bir dışı karanlığa batan evlerin. Geçerek bırakılmışlığımın başucundan telaşlı adımlarla usul usul eksiliyor sokaklar. Günüm kördüğüm oluyor. Geceyi çözemiyorum. Ayışığı gümüş bir hançere dönüşüyor karanlığın elinde, çizip çizip kanatıyor anıların suskun yüzünü. Buz gibi sular sızıyor ürpertiler içinde tenimden hücrelerime. Acılaştıkca acılaşıyor ayrılık. Tırnaklarımı yiyorum.
Bu sabah, kendimi temize çektim.
Hiç yaşanmamış saydım bazı şeyleri.
Hiç yokmuş, hiç olmamış, hiç acıtmamış gibi ve ‘sil baştan'ı söyledim bağıra çağıra.
Nasıl anlatmalı bilmem, son verdim işte, acıtan ne varsa…!