"Parmaklarını saçlarımda istiyordum, dudaklarını yüzümde... Sonsuzlukta yok oluncaya dek. "
Başlarda düşüncelerimde Titanic etkisi oluşturduğunu söyleyebilirim 'Benim Uzak Yıldızım'ın. Ki bu durum benim hoşuma gitti. Benzetmemde ki nedeni şu şekilde açıklayabilirim. Titanic de devasa bir gemiydi ve batması imkansız görünüyordu. Bu kitap da ise uzay gemisi İkarus devasaydı ve batması imkansız görünüyordu. Lakin hiperuzaydan geçiş yapacağı sırada bir gariplik oluştu ve battı. Aslında parçalandı da diyebiliriz sanırım. Bütün olay da bu şekilde başladı. İki karakter Lilac ve Binbaşı Tarver Merendesen! Bilinmeyen bir gezegene düştüklerinde nasıl yaşamaya devam edecekler? Aralarında ki duygu yoğunluğunu bastırmaya çalışırlarken geçen diyoloklar da oldukça güzeldi. Bir birlerine ufak ufak laf atmaları, içten içe birbirlerini sevmeleri bunlar güzel ayrıntılardı. Yaşam mücadelerini okurken fısıltıları bir çeşit varlıkların eklenmesi bende garip bir duygu oluşturdu. Ne olduklarını anlamaya çalıştım sonuna kadar, onlara zarar verecekler mi? diye de düşünmedim değil. Bir de yazarların hem Lilac 'ın hemde Tarver 'ın anlatımını yazmalarına bayıldım. Böylece sadece Lilac'ın duygularını, tahminlerini değil. Tarver'ın da düşüncelerini, duygularını da ögrenebiliyordum. Sonuna geldiğimde ise okurken oluşan tüm sorularıma cevap vererek sonuçlandı; fakat beni tatmin etmedi. Sonunda keşke bozmadan bitseydi dedim. İkinci kitabın nasıl ilerleyeceğine dair ufak ufak fikirlerim var ama bekleyeyip okuduğumda göreceğim sanırım "Sen ölürsen, bende ölürüm. "